18 Eylül 2013 Çarşamba

GENİŞ ZAMANLARDA YAŞIYORDU

Nasıl Bir Sevdaysa Eskitememiş Yıllar
 
Pınar Çekirge
 
Geniş zamanlarda yaşadığını söylemişlerdi.Dün,yarın,bugün yoktu onun için.Varsa da belirsizdi.Pusluydu,kimbilir?Dudaklarında yarım kalmış bir tebessüm.Mavi yıldız çiçekleri..uzatılan mikrofonda kenetlendi parmakları bir an.Dikkat ettim,eski gözleri yoktu.Işıklı ela gözleri donuk bakıyordu sanki.Boş,saydamsı bir bakışla süzüyordu çevresini.Neredeydi,bu kaçıncı geceydi,kaç gündüz kalmıştı geride,bilmiyordu.Tanımıyordu kimseyi.Anıları,belleği gölgeler içindeydi.Unutmuştu.Kendi dünyasındaydı nicedir,bütün kepenkleri dışarıya kapalı..küçücük kalmıştı.
 
Kirpiğe takılı o tek gözyaşı..
 
Kişi olarak,ne yazık ki,Behiye Aksoy'u hiç tanımadım,ama çocukluğumda,ilk gençliğimde defalarca izledim sahnede.Taşlık Maksim,Bebek Belediye,Büyük Maksim,Çakıl Gazino'larında.
 
Külrengi akşamların birinde sökün eden tüm o hatıralar.Şimdi..böyle..ansızın.
 
40'ların sonunda Ankara Radyosu'nun açtığı sınavı kazanarak,bir dönem radyoda program yapmış,kısa sürede repetitör muavini olmuş;Ankara Göl Gazinosu'nda çalışırken Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan tarafından keşfedilip,Maksim Gazinosu'na transfer edilmişti.
 
Alkışlar,her biri satış rekoru kıran plaklar, ödüller,dolup taşan gazinolar.Fotoğraflar düşüyor albümden.Halil Aksoy,Fahrettin Aslan,Berker İnanoğlu,İzzet Günay'ın siyah beyaz fotoğrafları.Derler ki,Yarın Ağlayacağım filminin kahramanı Behiye Aksoy'muş aslında.Sevdiği kadın için herşeyi (ölümü bile)göze alan gazino patronu ise İzzet Günay.
 
Yeni kentli alt sınıfın aynı zamanda da,eski kentli orta sınıfın hayranlığını kazanmıştı bir kez.Zeki Müren'in en büyük rakibiydi.Özgündü.Taklitleri yerini dolduramadı hiç.Gerçek bir popüler ikondu.Bir topluma,bir döneme mal olmuştu.Dahası,popüler kültür içinde bir ekol olmuş,bir tür biriciklik aurası yaratarak ulaşılmazı simgelemişti.Şarkıyı kendine uyduran,varlığını yorumladığı şarkıya katan bir solistti.Alıp götüren bir ses ve üslup.(Nasıl bir iç dramı vardı bilmiyorduk.Merak da etmiyorduk zaten.Bencildik.)
 
Basitliğe,bayağı,abartılı,müptezel okuyuş tarzına gönül indirmedi.Kimselere öykünmedi."Şu bir geçek ki,kadın solistler arasında jest,mimik,aksiyon ve dinleyiciyi bir anda avucunun içine alabilen,sahneyi en iyi kullanan Behiye Aksoy'dur"diyor Sadun Aksüt anılarında.
 
Bir ışık seli,rüzgarlı bir yamaç,taşkın bir pınardı sahnede.Şıklık ve estetik gurusuydu aynı zamanda.Bense hep onun havarisiydim.(Ve hele şimdi,yarım yüzyılı geride bıraktığım bu yaşlarda.) 
 
İlle suzidil,muhayyerkürdi,rast makamları..Evet,bir simyacıydı,Behiye Aksoy.Hayatın tüm duygularını sesinde toplayan,yorumladığı her şarkıya bir başka biyografi ekleyen bir simyacı.Saçını savuruşu,sahnede olabildiğince dişi tonlarda uçuşan tül,şifon ve renk renk otrişler.O yıllarda bir gazete,sesinde 'Boğaziçi' yaşanan sanatkar diye tanımlamıştı Behiye Aksoy'u.
 
Filiz Akın,kesinlikle rol almak istediği Ankara Ekspresi filiminde klasik Filiz Akın imajından ötürü tereddütü olan yapımcı/yönetmeni,sette Behiye Aksoy tavrını taklit ederek,söyler gibi yaptığı şarkıyla nasıl ikna ettiğini,anlatmıştı bana.
 
Sadun Aksüt'ün Alkışlarla Geçen Yıllar (2000) adlı kitabında Gönül Yazar'ın sözlerine kulak verelim:"Ancak, Behiye Aksoy'dan korkarım.Çünkü kadın hem çok iyi şarkıcı,hem de çok iyi sahnesi var.." 
 
Seyfi Dursunoğlu'na kuliste,içinde gül yaprakları olan viski kadehi uzatıyor Behiye Aksoy."Bir assolist tarafından yapılan en güzel jesttir bu,"diye tanımlıyor o anı Dursunoğlu Katina'nın Elinde Makası ( 2004 ) adlı söyleşi kitabında ve devam ediyor:"Behiye Aksoy,Zeki'den birkaç sene sonra piyasaya çıkmıştı.Çok iyi hatırlıyorum,Behiye diye delirenler vardı.Yani,Zeki'yle mukayese olmaz belki;fakat o da çok kuvvetli sahnesi, olan,çok sevilen,sahnede çok seki hareketler yapan,bıcır bıcır bir kadındı."
 
Naim Dilmener'in bir yazısına rastlıyorum:"Hem hanımefendi hem de diva olunabileceğini çok az sayıda isim gösterebilmiştir bize;Behiye Aksoy bunlardan biri,hatta birincisidir.Gazinoların hayatımızda önemli bir yer tuttuğu dönemlerin eşsiz assolisti.."
 
Şimdilerde durup dururken kendini diva ilan eden divaneler geliyor aklıma,gülümsüyorum.O hep La Divina'ydı oysa.Ve öyle kaldı.Eskimeden klasikleşti.Neonlardan düşmeden,doruktayken..zamanında, gecikmeden çekilmesini bildi.Arada birkaç televizyon programına katıldı o kadar.Side'de yaşamaya başladı.Tıpkı Attila İlhan'ın dizesinde olduğu gibi,nasıl bir sevdaysa eskitememiş yıllar, onu hiç unutmadık.Sesinde billurlaşan şarkılar kulaklarımızdaydı çünkü;Falcı,İntizar,Elveda Bütün Hatıralar,Bir Garip Yolcu,Elbet Bir Gün Buluşacağız ve diğerleri.Dahası,toplumsal belleğimize sızmış o en güzel fotoğraflar..
 
Günlerden bir gün Alzhemir hastası olduğu haberi geldi..tanımamak,hatırlamamak.Hiç kimseyi,hiçbir şeyi.Hayatı..yaşadıklarını öncesiz sonrasız terk ettiğini bilmeyerek,geçmiş yılları söyleyip duran güfteler,tek ediliş...
 
Arada yüzüme,gözbebeklerime bakışını hissettim.Sanki yüzümde bir şey arıyordu.Sanki birine benzetmiş gibiydi.Elinden alınmış hatıralar,mazot karası bir boşlukta kaybolmuştu nicedir,biliyordum.Yaşanmışlıkların artık ona ait olmadığı bir zamandaydı.Şimdi şarkıların,notaların saatiydi.Saçında geç kalmış hüzün yağmurları.."Çaldırdım onları" dedi ya da bana öyle geldi."Tüm maziyi.."Sustuk karşılıklı."Soluklaşıp silindiler,hepsi bu !" dedim.Kendine karşı kurulmuş bir zemberekti unutuş.Bir misillemeydi belki de.Yere çalan acılara bir misilleme.
 
Mayerling Malikanesi'nde Maria Vetsera olmalıydı Behiye Aksoy.Arşidük Rudolf tabancasını ona çevirmeliydi..öne doğru atılıp Mayerling faciasını engellemeye hazırdım..bütün bunları anlatacaktım.Vazgeçtim.
 
Yanı başımdaki koltuğun usulca çekildiğini hissettim.Dönüp baktım.Kimse yoktu.Ürperdim.Salonda her zaman olduğu gibi çok hiafif,uçuk pembe bir mum aydınlığı.Toz zerreciklerinin sonsuza dek dans ettiği ışık hüzmesine dalıverdim bir an.Neredeyse gün ağarmak üzereydi.Dışarda,alacakaranlığı yırtan isli,çapaklı sokak gürültüleri.Yoksa kendimin bir başkası mı bütün bu anlattıklarım? Artık ne önemi var?
 

14 Eylül 2013 Cumartesi

NEDEN "PARALEL SORGU " ?

 
Hatırlıyorum.Tarih 12 Temmuz 2012.Aslıhan Kandemir ile hayatı, tiyatroyu, yaşar kıldığı kimlikleri ama en çok Ethel Rosenberg'i konuşmuştuk.Dakikalar geçmesin istemiştik Yavuz ile.Söyleşi sonrası " Yarına kalacak bir belgesele var mısın," dedim Yavuz şaşkınlıkla yüzüme baktı bir an.Duraksamış,tam olarak ne diyeceğini bilememişti,farkındaydım.Kararsızdı sanki.Yedekte sosyal fobi vardı,farkındaydım.(Hiç umulmaz ama ben de sosyal fobiklerden biriydim.Hem de en azılılarından.İflah olmazlarından.Ama yıllar yılı üst üste yapıştırdığım jelatin durumu farklı gösteriyor biraz.)
 
" Hiç olmazsa deneriz,"dedim." Türk Tiyatrosu'nda dünden,bugünden yarına kalan izlere göztanıklığı sadece.Baktık yürümüyor bırakırız.Hiç başlamamış varsayarız bu çalışmaya,unururuz."
 
Yavuz'un baştaki tedirginlikleri,acabaları kısa zamanda kayboldu..artık söyleşilerde istediği gibi at koşturmayı, aklına gelen soruyu ertelemeden sormayı,doğru zamanlamayı kolayca kavramıştı.Harika bir partner ile çalışıyordum.Çok eksiğimi gideren, göremediğimi gösteren.Ve araştırarak,yayın taraması yaparak,titizlenerek yazan.Fikir yaratan,tekrara düşmeyen.Taklide yeltenmeden,hep özgün kalan.Kalabilen.
 
Ayşe Kökçü,Evren Kutlay,Vildan Gürelman,Deniz Gökçer,Engin Alkan,Şebnem Köstem,Reha Kadak,Haldun Dormen, Sevil Akı,Şenay Saçbüker,Oya Palay,Emrah Özertem, Eraslan Sağlam,Ayşe Erbulak,Selma Kutluğ ile yaptığımız rüya tadında söyleşilerde müthiş keyif alıyorduk.Ben daha çok duygulara, repliklere,heyecanlara,anılara yelken açarken,Yavuz sanat ve felsefeyi birleştiriyordu satıraralarında.Dahası,ben hızla,nasıl desem çalakalem yazarken, Yavuz daha ağır,daha temkinli yol alıyor bazen sabahın erken saatlerinde noktaladığı yazısını bilgisayarıma yolluyordu.
 
Sadece söyleşilerle sınırlı mıydı PARALEL SORGU ? Hayır, beraber oyunlar izliyor,izlediğimiz her oyunu tartışıyorduk.Tamam,bu işin altında yatan psiko-dinamiklerde var tabii..aslında rol alamadığım oyunları,yönetemediğim oyunları, yazamadığım oyunları telafi ediyorum,bu söyleşilerde.Yalana gerek yok..bir gün hep sahnede olmak istemiştim.Aslında bir oyun vardı kafamda;Robert Anderson'un yazdığı TEA AND SYMPATHY(1953).Karşımda mutlaka Füsun Erbulak olmalıydı.Füsun Erbulak Laura ben Tom rolünde.Yıllarca bu hayali hep canlı tuttum içimde.Oysa artık 53 yaşındayım ve Tom olamayacak kadar geç kalmış durumdayım.Ama dedim ya, o hayal beni hiç bırakmadı.Özellikle gri mavi bir spotun aydınlattığı o son sahne hep gözlerimin önündedir.  
 
Laura- Yıllar ve yıllar sonra bunu arkadaşlarına anlattığında..anlatacağından eminim.Sadece beni inciltmemeğe çalış,olur mu ?  
 
 Mütevazı davranmayacağım bu kez ,eksikleri olsa da bir dönemi,tiyatromuzda bir dönemi yarına aktarıyoruz bu söyleşilerle.İnanıyorum ki, bu söyleşiler yıllar ve yıllar boyu sürecek.Kimi sahnede ölmek ister,kimi huzur içinde uyurken öyle ansızın,bir anda..sanırım seçme şansım olsaydı PARALEL SORGULAR dan birinde çekip gitmekten yana olurdu tercihim.Dinlerken ya da yazarken.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Meloş ve

Solgun bir ışık yayılıyordu pencerelerden. Hüznün çekik perdeleri aralanmıştı nicedir. Sabah olmak üzereydi. Camlar yağmur damlalarıyla çizik çizikti. Geriye dönmek için artık çok geçti. Anlatacaktı. Her şeyi anlatacaktı.
“Hayatınızda hep müzik, hep alkışlar, hayranlar oldu. Hep şöhret, hep başarı oldu. Bense hep bir gün sadece bana ait olacağınızı düşünerek avuttum kendimi. Var mıydı böyle çekip gitmek... var mıydı?”
Meloş kendi uçurumunun kenarında öylece duruyordu. Devinimsiz. Zeki Bey şarkılarını artık sadece Meloş için oku­malıydı. Meloş sevda çiçeğiydi çünkü. Bir demet mimozaydı. Ürperdi bir an. Yağmur şiddetlenmişti. Meloş bir başka gölgedeki kadındı. Farklı bir öteki kadın. Karşılıksız bir aşkın kadını.
Bıyığın, sakalın erkeklik sayıldığı bir düzende mini etek giymiş, makyaj yapıp sahneye çıkmış bir erkeğin öteki kadı­nıydı. Kendisine “mırmıre”, erkek arkadaşlarına “mır mır” di­yen bir adam için yaşamdan vazgeçmişti bile isteye.
Issızlığın, bırakıhşın saçlarını tarıyor gibiydi Meloş. Tara­dıkça uzuyor, ışıldıyordu ıssızlık. Yasaklarını da kurallarını da kendi koymuştu hep. Aldırışsızlığı bundandı. Mutluluksa... kim, çok mutluydu ki zaten... Hele, platonik, saynsal bir tutkuyla, aşkla sevmişse... Zeki Müren’i sevmişse. Gölgede yaşamayı, ona hiç ulaşamamayı kabul etmiş­se... ve tüm bunları ‘bir tatlı tebessüm uğruna’ yapmışsa...
Birdenbire sevginin yıllar boyu düşlediğinden çok farklı bir şey olduğunu ayrımsayıverdi Meloş. Vakit sabah alacasıydı. Akasyalar henüz çiçeğe durmuştu.
“Bazı fotoğraflar vardır hani... hayatın duvarına asılı ka­lırlar hep. Yüreğe çivilenmiş gizli bir sevdanın çiçeğidir onlar gerçekte...”
Düşlemi sınırsızdı Meloş’un. Ihlamur koruluğunda, bir yaz gecesi yitip gitmişti sevinçleri.Uzaktan uzağa bir şarkı duyuluyordu. Hiç ayrılamam derken.Zeki Bey’i düşündü yine, sıcacık oldu içi... hayal aşklarda “öteki kadın” rolünün bir tür intihar olduğunu söyleyemezdik ona.. Gözlerinde hep o hüzün,tenine saplanıp duran kıymıklar umurunda bile değildi.
“Zeki Bey’i içim titreyerek sevdim. Koşulsuzca sevdim...”
Sevgide bedel ödeniyor demek... Hele çizgi dışı, aykırı bir sevgiyse.
“Asla pişman değilim!.. Zeki Bey olmasaydı, yaşayamaz­dım.”.
Tarih 24 Eylül 1996 Salı.
Muhteşem Final. Sanat Güneşi mikrofon elinde öldü. Sa­nat Güneşimiz Zeki Müren, 45 yıl önce Türkiye’ye sesini duyur­duğu mikrofon kendisine hediye edildikten birkaç dakika sonra heyecanına yenildi ve hayata sahnede veda etti.
Ve o,kimbilir belki de intihar etti. Sıcak bir stüdyoda, patlayan flaşlar, al­kışlar arasında sonlandırdı iç dramım. İntiharını milyonlarca insana naklen izlettirerek üstelik.
Ölümünden üç dört hafta önce kendisine yöneltilen “Bir film çevirseniz nasıl bir rol (jynamak isterdiniz,” sorusunu:
“Henüz alkışlar devam ederken... henüz hayranlarınızla kapınız dolup taşarken... henüz yüzlerce mektup alırken... in­zivaya çekilmiş, intiharı düşleyen bir bestecinin hayatını oy­namak isterdim... hayret mi ettiniz? Hayır... intihar da büyük olay. Kuvvet ister, cesaret ister... Allah’ın verdiği canı mu­hakkak ki Allah almalıdır. Ama, bir başkaldırıştır, bir isyan­dır... insan, yaşadığı kadar yılı kâfi görüyorsa, pekâlâ ömrüne de bir son verebilir... böyle bir senaryo düşündüm... ben, ba­zen ölümü özlüyorum.”
Geçmişin altın sarısı tozları yağıyor fotoğrafların üzerine. Başıboş, dağınık gazete, dergi sayfaları.Elimizin her ha­reketinde bir fotoğraf yığını havalanıyor. Rutubetten sarar­mış tüm o sayfalar... pas kokusu genzimizi yakıyor giderek.
O intihar etmişti... geride bir ceset bırakarak intihar et­mişti. Hani ‘hayat bazen tatlıydı... sevenler kanatlıydı?..
“Saygıdeğer dinleyicilerim, hasret çeken gönüller için çok duygulu bir parça sunacağım efendim. ‘Nasıl Geçti Ha­bersiz...’ Bu enfes şarkıyı sizlere korist arkadaşlarımla birlik­te takdim edeceğiz... dilerseniz, sizler de katılabilirsiniz. Ön­ce kıymetli saz üstadımızdan bir kanun taksimi dinliyoruz ve ben ‘kalbimi ellerinle tut’ adlı leylak rengi yine şıkır şıkır, pı­rıl pırıl, cici mi cici bir kostüm giyip hemennnn geliyorummmm...”
Meloş anlatıyor. Meloş hiç durmadan anlatıyor. Bir ara “İşte bunu görmediniz,” diyor.Marazi Aşklar adlı kitabımı uzatıyor. “İlk sayfasına bir not yazıp bana göndermişti... pek sevinmiş, pek hoşuna gitmiş...”
Notu okuyorum heyecanla: “Sevgili Meloş, kitaplara da geçtik helal olsun. Zeki Müren. 27 Temmuz 1992, Bodrum.”
On dokuz yıl önce bir tatil kasabasında tanımıştım Melahat Ercan’ı. Bütün hayatını, gençliğini Zeki Müren’e adamış; gittiği her yerde, gazino kulislerinde, konserlerinde, Şile’de, film setlerinde, seslendirme stüdyolarında, Bardakçı’nın sefil şakalarla, fıkralarla bezeli sarhoş, argo gecelerinde parçalan­mış, dağılmış bir gölge gibi izlemişti Zeki Müren’i. O, Zeki Müren’in vefakâr, kadirbilir Meloş’uydu. Benim, "Marazi Aşk­lar "(1992), "Niçin İntihar "(1996) adlı kitaplarımda anlattığım tutku dolu Melanie’ydi.
Meloş'un kapısını çalıyorum. Kapı açıldığında donakalıyorum bir an. Karşımda Zeki Müren. Dudağının ke­narına iliştirdiği, hafif alaylı bir gülümseme, omuzlarından taşan pırıltılı apoletler, en az on beş santim kabartılarak geri­ye taranmış san saçları ve derin bir koyuluğa bürünmüş sür­meli gözleri, ağır makyajlı yüzüyle bana bakıyor duvardaki fotoğraflarından.
“İçeri geçin,” diyor Meloş. Artık kurumuş gözpınarları... boşuna, ağlayamıyor. Zeki Müren’siz bir hayata nasıl katla­nabileceğim soruyor sık sık...
Tekrar o mevsim gelse.Tekrar yasemenler açsa... aşkı­mızın anısını o beyazlıkta yemden yaşasak.Yaşayabilsek!
Eski kırk beşlikler, uzun çalarlar,azino ve film afişle­ri, kasetlere çekilmiş Zeki Müren filmleri, konserler,sonra fotoğraflar... albümler, valizler, çekmeceler dolusu fotoğraf... Zeki Müren imzalı yüzlerce fotoğraf.
“Canım Meloş’um, Bodrum Kalesi’nde ne geceler yaşandı. Bunu en iyi siz hissedebilirsiniz. Sevgilerimle. Zeki Müren, 1986"
“Sevgilerin en kutsalı Meloş’umun sevgisidir. Mutluyum. Zeki Müren. 1985”
“Sevgili Meloş, yeşil gözlerinde denizi görebiliyor musun? Ben görüyorum.”
Bir fotoğraf düşüyor yere. Fotoğrafta, bir televizyon çe­kimi esnasında mizansen gereği, ellerini dua edercesine ha­vaya kaldırmış ipekler, şifonlar arasında Zeki Müren ve fo­toğrafın arkasında şu cümle: “Bütün dualarımda sen varsın Meloş,”. Bir başka fotoğraf, yine işveli, cilveli gülümseyen, çapkın bakan bir Zeki Müren. “Sevgili Meloş, bu gülümseme senin içindi.” Kalp içine alınmış diğer bir fotoğraf. Zeki Mü­ren Meloş’a sarılmış sımsıkı. “Bir yürekte iki duygu. Aslında tek duygu bu. Mutluyum. Zeki Müren 1986”
Yavaş yavaş çeviriyorum albüm sayfalarını. Zeki Müren belli ki, çok uzaklarda da olsa hipnotik etkisini hep sürdür­mek istemiş bu fotoğraf ve his dolu satırlar aracılığıyla... Bir tatlı tebessüm, bin vuslata bedel madem.
Çürük gözkapaklı sabah silkinişleriyle ürperiyor Meloş.
“Kilitledim gönlümü... başka kimse giremez... Seviyorum diyenler, benim kadar sevemez!” Bir naylon torba koyuyor önüme. İçinde buruşturulmuş, ezilip bükülmüş kâğıt mendil­ler, peçeteler. Bodrum’da Zeki Bey’in terini sildiği mendillermiş onlar. (Gönül hicranla doldu...) Şu el aynası Aspendos konserinden sonra kuliste rujunu tazelerken kullandığı aynaymış. (Sevda bahçelerinin çiçekleri hep soldu...) Bir kutu­dan özenle çıkarttığı bordo renkli bir kuşağı uzatıyor Meloş. Zeki Müren’nin bornozunun kuşağıymış... (Zehretme bana hayatı cananım... elemlerle dolu benim her anım...) O ipek mendilin içinde saç telleri varmış Zeki Müren’in. (İnan ki ben yine ah, sana hayranım... sana kurbanım...) Fırçasından gizlice çalınmış mimoza kokulu saçlarmış. Bir başka kutuda, Zeki Müren’in başından aşağıya dökülen gül petalleri. Kuru­muş begonviller. (İstersen yum gözlerini tıpkı düşünür gibi... benden evvel başkası bakıp seni görmesin...) Ötedeki çanta­da Zeki Müren’nin giysilerinden dökülmüş payetler, otriş parçaları... Sandık lekeli bir geçmişin, tutkulu bir sevginin izi­ni sürüyoruz saatlerdir. (Sana gelen yollarda daima beni bek­le...) Zeki Müren alaylı bir ifadeyle gülümsüyor gümüş çerçe­velerin içinde. “Ya bu kurdeleler,” diyecek oluyorum. Hemen atılıyor Meloş: “Kavuşma kurbanları keserdik annemle... Ze­ki Bey yeni gazino programına başlamadan bir gün önce... çifte kurbanlar keserdik... işte o kurdelelerle süslerdik kurbanları... pek hoşuna giderdi... duygulanır, gözleri dolardı. İlahım derdim kendisine. Her defasında, estağfurullah Meloş, insanlar ‘ilah’ olamazlar derdi.”
İnsanlar ilah olamazlardı. Ama kitle kültürü onları sanat güneşi ilan edebilirdi.
Akşamın mavi gölgelere boğduğu loş salonda Meloş’u dinliyoruz. Leylak ağacının kar beyaz çiçekleri çoktan dö­külmüş. (Gönül veda ediyor eski hatıralara... şu zavallı gön­lümde şimdi her şey kapkara...)
Meloş, Zeki Müren’in sahne aldığı tüm gazinolarda, her gece hiç aksatmadan en öndeki masasında oturur, mütevazi memur aylığının büyük bir bölümünü olduğu gibi gazino pat­ronlarının kasasına gönderirdi, gözünü bile kırpmadan. O Zeki Müren’in maskotu,gönül çiçeğiydi. Dahası, Zeki Müren sahneye çıkana kadar hep kapalı tutardı gözlerini. Gözlerine başka hayal girmemeliydi Zeki Bey’den başka.
“Giysileri, makyajı,” diye üsteliyorum. 1974 yılında Bebek Belediye Gazinosu’nda çekilmiş bir fotoğraf takılıyor gö­züme. Zeki Müren ve Meloş yine yanak yanağa, gönül gönü-le, sine sineye... ama ya o, Zeki Müren’in kelebek kanadını andıran kirpikleri... (Kirpiklerimi takma zannediyorlar hep Meloşşş.)
“Mini eteğiyle, platin saçlarıyla gerçek bir erkekti,” diyor. Susuyorum. “Cennet yüzlüm, derdi bana. Gönderdiğim küçü­cük bir çiçek bile gülistanlara bedeldi nezdinde. Hep kıska­nabileceği bir sanatçının karşısına çıkmamış olmasından ya­kınırdı. Kıskançlık, kapris nedir bilmezdi.”
Kocasını kadınlığıyla evde tutamayacağını anladığında bir falcının “üç, bilemedin dört zaman sonra o karı kocanı bırakacak” cümlesiyle içine soğuk sular serpilen, kolej mezunu Nediman Hanım’dan... bazı çok önemli şahsiyetlere rüşvet, gerektiğinde şantaj aracı olarak sunulan metreslerden... dikenli ilişkilerden... sınanan, güvensiz sevgilere tutsak edilengölgedeki kadınlardan sonra Meloş ile konuşmak, itiraf edeyim ki daha az yoruyor beni... nasıl desem, sakin bir limana çekilmiş tekne gibiyim.
O Meloş. Zeki Müren’nin vefakâr Meloş’u. Benim Melanie’m. Özel bir bankadan emekli, altmış yedi yaşında, zor­lukla yürüyen, yapayalnız bir kadın. (Herkes hayatını yaşar, anılarla yaşıyorum...) O, Meloş. (Şiirlerde, romanlarda, gelmiş geçmiş zamanlarda, tamburlarda, kemanlarda... şarkılar­la yaşıyorum...) Elleri titriyor anlatırken. Soluğu daralıyor. Gözleri yaş içinde. (Sevgilerden nakışlarla... mutlu mutsuz bakışlarla... kalpten kalbe akışlarla... alkışlarla yaşıyorum...) O Meloş. Kadirşinas Meloş. Melahat Ercan.
“Çok yordular Zeki Bey’i... etkilediler. Belgesel gösteril­dikten sonra, telefonlar, fakslarla yordular... aklını çeldiler...”
Sabahın ağdığı ilk saatler.
Mutluluk sözcüğünün yer almadığı bir sabah daha...
TRT Genel Müdür Yardımcısı Altan Kınal, bir paket içinde kendisine 45 yıl önce radyoda ilk şarkısını okuduğu mikrofonu verdiğinde Zeki Müren’nin gözleri parladı ve ‘Gerçekten o mu’diye sordu.
Mikrofonu zorlukla eline alan Müren, ‘Güleyim mi ağlaya­yım mı’ diyerek heyecan ve mutluluğunu dile getirdi.
Meloş cinselliği yaşamadığı, sadece tutkuyla sevdiği, her şeyden, herkesten çok sevdiği adamın arkasından gözyaşı dö­küyor. ‘Keşke mezarı burada, yakında olsaydı,’ diye yineli­yor. ‘Hiç olmazsa gidebilirdim... Hem Zeki Bey de Zincirlikuyu’yu isterdi mutlaka...’
Gölgedeki kadınları yazarken, rotayı değiştirip Zeki Müren’e yönelmemiz bir başka gölgede kalmış kadının anatomisini çizmemize yardımcı olduğundan, bağışlanılasıdır, düşüncesindeyim. 1955 yılından bu yana ( bu söyleşi 1996 da yapılmıştı ), dile kolay tam kırk biri yıldır bir hayal erkeğin, gölesindeki kadın olmakta direnmek,onu milyonlarca insanla paylaşmak kolay değildi çünkü.
Her şey 1950’li yılların ortasında puslu bir pazar günü İs­tanbul Küçük Çiftlik Parkı Gazinosu’nda başlıyor. Kaymak tabakanın Müzeyyen’i, Safiye’yi, Münir’i dinlemeye gittikleri, şampanya patlattıkları birkaç lokalden biri Küçük Çiftlik Parkı.
Meloş ailesinin tek kızı. Üstüne titriyorlar adeta, ne is­terse yapıyorlar... tek üzülmesin, eksiklik çekmesin... mutlu olsun.
Felsefe bölümüne kaydını yaptırdığı yıl teyzesinin de ıs­rarı ile uzaktan akrabaları olan bir gençle nişanlanıyor... an­cak evlenmelerine üç ay kala çekip gidiyor nişanlısı. Geride gözyaşlarıyla fiske fiske kabarmış, rengi ruhsan atmış bir mektup kalıyor sadece... “Seninle olamayacağımı anladım Melahat. Sevgin rahatsız etti beni, özgürlüğümü kısıtladı. Gelecekte mutsuz olmaktansa daha yolun başındayken ayrıl­mak daha doğru gibi geldi bana.”
Dünyası yıkılıyor Meloş’un. Evden dışarı çıkmaz oluyor. Kucağında bir demet düşbozumu... aşkının tek hatırası.
Kızının durumundan endişelenen Fatoş anne belki iyi gelir, hava alır, azıcık ferahlar diye düşünüp, zorla adeta ite kaka Meloş’u bir arabaya atıp Küçük Çiftlik Parkı’na götürü­yor.Meloş ilgisiz. Meloş donuk bakışlarla süzüyor herkesi.
“Gözlerinin içine başka hayal girmesin...”
Bir an başını kaldırıyor Meloş. Bir çift kahverengi gözle iç içe geçiyor bakışları. Aynalı dar ceket, dudakta vişneçürüğü ruj kimin umurunda?
Daha o dakika yüreğindeki boşlu­ğun doluverdiğini duyumsuyor Meloş. Ve aylar sonra ilk kez gülümsüyor sahnedeki genç adama... ilk kez gülümsüyor.
Kıskanırdım seni ben... kendi gözümden bile...”
Avuçları patlarcasına alkışlıyor, tempo tutuyor. Gözle­rinde yağrmır esintisi, çiçek atıyor sahneye. Yeniden âşık olu­yor Meloş. Hayata bağlanıyor.Koklamaya kıyılamayan ma­nolyalar, körfezdeki dalgın suda aranan sancılı, memnu aşk­lar, bir bahar akşamının bungun coşkusu... mehtaba bürün­müş gecenin simli ayazında gölgede kalışların çıkışsızlığı,umarsızlığı.Yıldızlar altında ümit edilen, beklenen şarkılar... Gazetelerden, dergilerden kesilmiş özenle, deri kaplı bir def­tere yapıştırılmış resimler.
Tanıştıklarında bu sevginin kendisi için nice gülistanlara bedel olduğunu söylüyor Zeki Müren.
Bir sevgi bozumu ardından tam da intiharı düşünürken Zeki Müren’e âşık olarak ayırdına varmadan bir başka inti­hara yöneliyor Meloş. Bir hayale kapılıyor çünkü. Bir hayal erkeğin gölgesine sığınıyor isteyerek.
Bir akşam iyice fenalaşıyor Fatoş Anne. Meloş çaresiz. Doktor, ellerinden geleni yaptıklarını, yine de Tanrı’dan umut kesmemeleri gerektiğini söylüyor. Donuk bakışlı hem­şire usulca çekiliyor. Meloş bilmem kaç valtlık ampulün hü­zünlü aydınlığında annesinin can çekişmesini izliyor, eli kolu bağlı.Dudaklarında yarım yamalak bir dua,bir an gözleri­ni aralıyor yaşlı kadın. Sandalyenin üzerindeki küçük pilli radyoya takılıyor feri söndü sönecek gözleri. Meloş düğme­sini çeviriyor radyonun:" Ben gamlı hazan."Zeki Müren'in sesi dolduruyor odayı. Fatoş Anne'nin başı yana düşüyor.
Donakalıyor Meloş. Koridora fırlıyor hemen. Telefon açıyor Zeki Bey'e, saat sabahın dördü.
“Meloş'um” diyor Zeki Müren. “Metin ol,” diyor. “Derhal geliyorum,” diyor.
Elinde, bahçesinden koparttığı tek bir kırmızı gülle giri­yor hastanenin kapısından Zeki Müren. “Benim de anam sa­yılırdı...” diyerek sarılıyor Meloş'a yanakları buğ buğ. Sonra o gülü, yaşlı kadının henüz sıcaklığını yitirmemiş dudaklarına değdiriyor.
“İnanmayacaksınız biliyorum, ama gülümsedi annem...” diyor Meloş.
Sanrıdır, diyecek oluyorum. Vazgeçiyorum. İçini çeki­yor.
En güzel şarkıları yaşamıştı Meloş. Hicran dolu şarkıları da.
Pencereden dışarıya bakıyor. Işıklara... Bodrum'un yanıp sönen ışıklarına, votka ile ıslanmış Antalya, Şile gecelerine.
Kupkuru şimdi. Kenarları çiçeklerle süslü albümlere ki­litlemiş anılarını. Bir duvar örmüş kendisine, ötesi düğüm­lenip kalmış boğazında.
Zeki Müren'in imzaladığı fotoğrafları uzatıyor:
“Senin sevgini hiçbir bulut gölgeleyemez.”
“Karşılık beklemeden sevmeyi tüm yaratıklar Meloş'tan öğrenmeli...”
“Musiki ibadettir. Aşk ise ibadetlerin en ulvi olanı. Yıl­lardır bana 'ilah' dediniz... Ben de size ‘ilahem’ diyorum Me­loş...”
“Bu fotoğrafta program bitmiş. Selam alıyorum. Acaba içlerinde senin kadar beni seven, anlayan kaç kişi var... san­mıyorum... Tek Meloş'um.
“Hayattaki en gerçek dost kim deseler canım Meloş, de­rim...”
Şile, Antalya, Bodrum gecelerine dönmek istiyorum... “Zeki Bey,” diyecek oluyorum. Uzakta gitar sesleri. Zeki Müren bir hatıra gibi çok ötelerde... ışıksız kalıveriyor şarkı­lar, ut taksimleri.
“İntihar etti, diyorlar yalan.Meloş inziva bitti artık, de­mişti telefonda. Yılbaşından hemen önce çıkacak kasetinden söz açmıştı,sendeki fotoğrafları kullanırız belki kapakta,demişti. İntihar edecek insan böyle şeyleri düşünür mü hiç... hayata bağlıydı Zeki Bey... Uykusu kaçtı mı gecenin bir vakti arardı... sabahlara kadar konuşurduk.Yalnızdı. Çevresinde­kiler hep ondan aldılar... istediler... çıkarları gereği yanında oldular,Bunları biliyordu elbette... ama, dedim ya çaresiz­di... yalnızdı.”
Can Dündar'ın Aynalar belgeselinden Zeki Müren ile ilgili bölümü izliyoruz beraber;
“...bu kadar güzel yaşayan bir insan tabii ki ölümü de tatmalı. Ondan kurtulmak yok. Sizleri çok seviyorum... her şeyimsiniz benim. Bodrum'daki sessiz odamdayım... ve ne güzel ki sizlerleyim... sizlerleyim."
Göğsüne sıkıca bastırdığı gümüş çerçeveli bir fotoğrafla kalakalıyor Meloş. Hiçbir şey görmek, konuşmak, dinlemek istemiyor. Zeki Müren dışındaki bir hayata katlanası yok… o,gölgelerdeki kadın.
“İhanetleri, özlemleri, aşkları şarkılarıyla yaşattı bana...”
Süt rengi bir maviliğin içinde buluyorum kendimi. Tül­ler, parfüm şişeleri, gümüş el aynaları. 'Gurbet akşamları' isimli giysisi içinde, sırça kahkahalarla gülümsüyor Zeki Mü­ren bir fotoğrafında. Kirpiklerinin arasından süzüyor beni.
Gözyaşlarının ilk sağanağı...
Meloş’un hiç kimseyi o kadar sevmemiş olduğunu gide­rek, sonra sonra ayrımsıyorum. Halbuki en çok sevdiği, taptı­ğı Zeki Müren, onsuz olamayacağı bir noktada, yorgun, yıp­ranmış bir çehreyle son kez karşısına çıkacak ve birkaç dakika içinde ölüme yenilecekti. Zeki Müren öldüğünde geride bir başka ceset bulacaklardı. Yaşayan bir ceset.
Rivayetler çoktu. Çekimlerin ille de İzmir’de yapılmasını kendisi şart koşmuş. Yüksek tansiyonunu öne sürerek Bod­rum’dan İzmir’e helikopterle gitmek yerine, minibüs yolculu­ğunu seçmiş. Her gün kullanması gereken ilaçların hiçbirini, çekim esnasında terlerim, kaygısıyla almamış... Evinden ayrı­lırken helallik dilemiş... vergisinin son taksidini ödemiş. Paparazzi programlarında göbeği, gıdığı, sağlığıyla malzeme olur korkusuyla ne ambulans, ne bir doktorun stüdyoda bu­lunmasına şiddetle karşı çıkmış. Ödülünü ayakta almayı is­temiş. “Halkımın, sevenlerimin huzurunda dimdik ayakta durmalı, sönmeyen neon olduğumu kanıtlamalıyım,” demiş.
“Onu paylaşmak... onu milyonlarca insanla paylaşmak kolay mıydı,” diye soruyorum Meloş’a.
“Zeki Bey sadece banSolgun bir ışık yayılıyordu pencerelerden. Hüznün çekik perdeleri aralanmıştı nicedir. Sabah olmak üzereydi. Camlar yağmur damlalarıyla çizik çizikti. Geriye dönmek için artık çok geçti. Anlatacaktı. Her şeyi anlatacaktı.
“Hayatınızda hep müzik, hep alkışlar, hayranlar oldu. Hep şöhret, hep başarı oldu. Bense hep bir gün sadece bana ait olacağınızı düşünerek avuttum kendimi. Var mıydı böyle çekip gitmek... var mıydı?”
Meloş kendi uçurumunun kenarında öylece duruyordu. Devinimsiz. Zeki Bey şarkılarını artık sadece Meloş için oku­malıydı. Meloş sevda çiçeğiydi çünkü. Bir demet mimozaydı. Ürperdi bir an. Yağmur şiddetlenmişti. Meloş bir başka gölgedeki kadındı. Farklı bir öteki kadın. Karşılıksız bir aşkın kadını.
Bıyığın, sakalın erkeklik sayıldığı bir düzende mini etek giymiş, makyaj yapıp sahneye çıkmış bir erkeğin öteki kadı­nıydı. Kendisine “mırmıre”, erkek arkadaşlarına “mır mır” di­yen bir adam için yaşamdan vazgeçmişti bile isteye.
Issızlığın, bırakıhşın saçlarını tarıyor gibiydi Meloş. Tara­dıkça uzuyor, ışıldıyordu ıssızlık. Yasaklarını da kurallarını da kendi koymuştu hep. Aldırışsızlığı bundandı. Mutluluksa... kim, çok mutluydu ki zaten... Hele, platonik, saynsal bir tutkuyla, aşkla sevmişse... Zeki Müren’i sevmişse. Gölgede yaşamayı, ona hiç ulaşamamayı kabul etmiş­se... ve tüm bunları ‘bir tatlı tebessüm uğruna’ yapmışsa...
Birdenbire sevginin yıllar boyu düşlediğinden çok farklı bir şey olduğunu ayrımsayıverdi Meloş. Vakit sabah alacasıydı. Akasyalar henüz çiçeğe durmuştu.
“Bazı fotoğraflar vardır hani... hayatın duvarına asılı ka­lırlar hep. Yüreğe çivilenmiş gizli bir sevdanın çiçeğidir onlar gerçekte...”
Düşlemi sınırsızdı Meloş’un. Ihlamur koruluğunda, bir yaz gecesi yitip gitmişti sevinçleri.Uzaktan uzağa bir şarkı duyuluyordu. Hiç ayrılamam derken.Zeki Bey’i düşündü yine, sıcacık oldu içi... hayal aşklarda “öteki kadın” rolünün bir tür intihar olduğunu söyleyemezdik ona.. Gözlerinde hep o hüzün,tenine saplanıp duran kıymıklar umurunda bile değildi.
“Zeki Bey’i içim titreyerek sevdim. Koşulsuzca sevdim...”
Sevgide bedel ödeniyor demek... Hele çizgi dışı, aykırı bir sevgiyse.
“Asla pişman değilim!.. Zeki Bey olmasaydı, yaşayamaz­dım.”.
Tarih 24 Eylül 1996 Salı.
Muhteşem Final. Sanat Güneşi mikrofon elinde öldü. Sa­nat Güneşimiz Zeki Müren, 45 yıl önce Türkiye’ye sesini duyur­duğu mikrofon kendisine hediye edildikten birkaç dakika sonra heyecanına yenildi ve hayata sahnede veda etti.
Ve o,kimbilir belki de intihar etti. Sıcak bir stüdyoda, patlayan flaşlar, al­kışlar arasında sonlandırdı iç dramım. İntiharını milyonlarca insana naklen izlettirerek üstelik.
Ölümünden üç dört hafta önce kendisine yöneltilen “Bir film çevirseniz nasıl bir rol (jynamak isterdiniz,” sorusunu:
“Henüz alkışlar devam ederken... henüz hayranlarınızla kapınız dolup taşarken... henüz yüzlerce mektup alırken... in­zivaya çekilmiş, intiharı düşleyen bir bestecinin hayatını oy­namak isterdim... hayret mi ettiniz? Hayır... intihar da büyük olay. Kuvvet ister, cesaret ister... Allah’ın verdiği canı mu­hakkak ki Allah almalıdır. Ama, bir başkaldırıştır, bir isyan­dır... insan, yaşadığı kadar yılı kâfi görüyorsa, pekâlâ ömrüne de bir son verebilir... böyle bir senaryo düşündüm... ben, ba­zen ölümü özlüyorum.”
Geçmişin altın sarısı tozları yağıyor fotoğrafların üzerine. Başıboş, dağınık gazete, dergi sayfaları.Elimizin her ha­reketinde bir fotoğraf yığını havalanıyor. Rutubetten sarar­mış tüm o sayfalar... pas kokusu genzimizi yakıyor giderek.
O intihar etmişti... geride bir ceset bırakarak intihar et­mişti. Hani ‘hayat bazen tatlıydı... sevenler kanatlıydı?..
“Saygıdeğer dinleyicilerim, hasret çeken gönüller için çok duygulu bir parça sunacağım efendim. ‘Nasıl Geçti Ha­bersiz...’ Bu enfes şarkıyı sizlere korist arkadaşlarımla birlik­te takdim edeceğiz... dilerseniz, sizler de katılabilirsiniz. Ön­ce kıymetli saz üstadımızdan bir kanun taksimi dinliyoruz ve ben ‘kalbimi ellerinle tut’ adlı leylak rengi yine şıkır şıkır, pı­rıl pırıl, cici mi cici bir kostüm giyip hemennnn geliyorummmm...”
Meloş anlatıyor. Meloş hiç durmadan anlatıyor. Bir ara “İşte bunu görmediniz,” diyor.Marazi Aşklar adlı kitabımı uzatıyor. “İlk sayfasına bir not yazıp bana göndermişti... pek sevinmiş, pek hoşuna gitmiş...”
Notu okuyorum heyecanla: “Sevgili Meloş, kitaplara da geçtik helal olsun. Zeki Müren. 27 Temmuz 1992, Bodrum.”
On dokuz yıl önce bir tatil kasabasında tanımıştım Melahat Ercan’ı. Bütün hayatını, gençliğini Zeki Müren’e adamış; gittiği her yerde, gazino kulislerinde, konserlerinde, Şile’de, film setlerinde, seslendirme stüdyolarında, Bardakçı’nın sefil şakalarla, fıkralarla bezeli sarhoş, argo gecelerinde parçalan­mış, dağılmış bir gölge gibi izlemişti Zeki Müren’i. O, Zeki Müren’in vefakâr, kadirbilir Meloş’uydu. Benim, "Marazi Aşk­lar "(1992), "Niçin İntihar "(1996) adlı kitaplarımda anlattığım tutku dolu Melanie’ydi.
Meloş'un kapısını çalıyorum. Kapı açıldığında donakalıyorum bir an. Karşımda Zeki Müren. Dudağının ke­narına iliştirdiği, hafif alaylı bir gülümseme, omuzlarından taşan pırıltılı apoletler, en az on beş santim kabartılarak geri­ye taranmış san saçları ve derin bir koyuluğa bürünmüş sür­meli gözleri, ağır makyajlı yüzüyle bana bakıyor duvardaki fotoğraflarından.
“İçeri geçin,” diyor Meloş. Artık kurumuş gözpınarları... boşuna, ağlayamıyor. Zeki Müren’siz bir hayata nasıl katla­nabileceğim soruyor sık sık...
Tekrar o mevsim gelse.Tekrar yasemenler açsa... aşkı­mızın anısını o beyazlıkta yemden yaşasak.Yaşayabilsek!
Eski kırk beşlikler, uzun çalarlar,azino ve film afişle­ri, kasetlere çekilmiş Zeki Müren filmleri, konserler,sonra fotoğraflar... albümler, valizler, çekmeceler dolusu fotoğraf... Zeki Müren imzalı yüzlerce fotoğraf.
“Canım Meloş’um, Bodrum Kalesi’nde ne geceler yaşandı. Bunu en iyi siz hissedebilirsiniz. Sevgilerimle. Zeki Müren, 1986"
“Sevgilerin en kutsalı Meloş’umun sevgisidir. Mutluyum. Zeki Müren. 1985”
“Sevgili Meloş, yeşil gözlerinde denizi görebiliyor musun? Ben görüyorum.”
Bir fotoğraf düşüyor yere. Fotoğrafta, bir televizyon çe­kimi esnasında mizansen gereği, ellerini dua edercesine ha­vaya kaldırmış ipekler, şifonlar arasında Zeki Müren ve fo­toğrafın arkasında şu cümle: “Bütün dualarımda sen varsın Meloş,”. Bir başka fotoğraf, yine işveli, cilveli gülümseyen, çapkın bakan bir Zeki Müren. “Sevgili Meloş, bu gülümseme senin içindi.” Kalp içine alınmış diğer bir fotoğraf. Zeki Mü­ren Meloş’a sarılmış sımsıkı. “Bir yürekte iki duygu. Aslında tek duygu bu. Mutluyum. Zeki Müren 1986”
Yavaş yavaş çeviriyorum albüm sayfalarını. Zeki Müren belli ki, çok uzaklarda da olsa hipnotik etkisini hep sürdür­mek istemiş bu fotoğraf ve his dolu satırlar aracılığıyla... Bir tatlı tebessüm, bin vuslata bedel madem.
Çürük gözkapaklı sabah silkinişleriyle ürperiyor Meloş.
“Kilitledim gönlümü... başka kimse giremez... Seviyorum diyenler, benim kadar sevemez!” Bir naylon torba koyuyor önüme. İçinde buruşturulmuş, ezilip bükülmüş kâğıt mendil­ler, peçeteler. Bodrum’da Zeki Bey’in terini sildiği mendillermiş onlar. (Gönül hicranla doldu...) Şu el aynası Aspendos konserinden sonra kuliste rujunu tazelerken kullandığı aynaymış. (Sevda bahçelerinin çiçekleri hep soldu...) Bir kutu­dan özenle çıkarttığı bordo renkli bir kuşağı uzatıyor Meloş. Zeki Müren’nin bornozunun kuşağıymış... (Zehretme bana hayatı cananım... elemlerle dolu benim her anım...) O ipek mendilin içinde saç telleri varmış Zeki Müren’in. (İnan ki ben yine ah, sana hayranım... sana kurbanım...) Fırçasından gizlice çalınmış mimoza kokulu saçlarmış. Bir başka kutuda, Zeki Müren’in başından aşağıya dökülen gül petalleri. Kuru­muş begonviller. (İstersen yum gözlerini tıpkı düşünür gibi... benden evvel başkası bakıp seni görmesin...) Ötedeki çanta­da Zeki Müren’nin giysilerinden dökülmüş payetler, otriş parçaları... Sandık lekeli bir geçmişin, tutkulu bir sevginin izi­ni sürüyoruz saatlerdir. (Sana gelen yollarda daima beni bek­le...) Zeki Müren alaylı bir ifadeyle gülümsüyor gümüş çerçe­velerin içinde. “Ya bu kurdeleler,” diyecek oluyorum. Hemen atılıyor Meloş: “Kavuşma kurbanları keserdik annemle... Ze­ki Bey yeni gazino programına başlamadan bir gün önce... çifte kurbanlar keserdik... işte o kurdelelerle süslerdik kurbanları... pek hoşuna giderdi... duygulanır, gözleri dolardı. İlahım derdim kendisine. Her defasında, estağfurullah Meloş, insanlar ‘ilah’ olamazlar derdi.”
İnsanlar ilah olamazlardı. Ama kitle kültürü onları sanat güneşi ilan edebilirdi.
Akşamın mavi gölgelere boğduğu loş salonda Meloş’u dinliyoruz. Leylak ağacının kar beyaz çiçekleri çoktan dö­külmüş. (Gönül veda ediyor eski hatıralara... şu zavallı gön­lümde şimdi her şey kapkara...)
Meloş, Zeki Müren’in sahne aldığı tüm gazinolarda, her gece hiç aksatmadan en öndeki masasında oturur, mütevazi memur aylığının büyük bir bölümünü olduğu gibi gazino pat­ronlarının kasasına gönderirdi, gözünü bile kırpmadan. O Zeki Müren’in maskotu,gönül çiçeğiydi. Dahası, Zeki Müren sahneye çıkana kadar hep kapalı tutardı gözlerini. Gözlerine başka hayal girmemeliydi Zeki Bey’den başka.
“Giysileri, makyajı,” diye üsteliyorum. 1974 yılında Bebek Belediye Gazinosu’nda çekilmiş bir fotoğraf takılıyor gö­züme. Zeki Müren ve Meloş yine yanak yanağa, gönül gönü-le, sine sineye... ama ya o, Zeki Müren’in kelebek kanadını andıran kirpikleri... (Kirpiklerimi takma zannediyorlar hep Meloşşş.)
“Mini eteğiyle, platin saçlarıyla gerçek bir erkekti,” diyor. Susuyorum. “Cennet yüzlüm, derdi bana. Gönderdiğim küçü­cük bir çiçek bile gülistanlara bedeldi nezdinde. Hep kıska­nabileceği bir sanatçının karşısına çıkmamış olmasından ya­kınırdı. Kıskançlık, kapris nedir bilmezdi.”
Kocasını kadınlığıyla evde tutamayacağını anladığında bir falcının “üç, bilemedin dört zaman sonra o karı kocanı bırakacak” cümlesiyle içine soğuk sular serpilen, kolej mezunu Nediman Hanım’dan... bazı çok önemli şahsiyetlere rüşvet, gerektiğinde şantaj aracı olarak sunulan metreslerden... dikenli ilişkilerden... sınanan, güvensiz sevgilere tutsak edilengölgedeki kadınlardan sonra Meloş ile konuşmak, itiraf edeyim ki daha az yoruyor beni... nasıl desem, sakin bir limana çekilmiş tekne gibiyim.
O Meloş. Zeki Müren’nin vefakâr Meloş’u. Benim Melanie’m. Özel bir bankadan emekli, altmış yedi yaşında, zor­lukla yürüyen, yapayalnız bir kadın. (Herkes hayatını yaşar, anılarla yaşıyorum...) O, Meloş. (Şiirlerde, romanlarda, gelmiş geçmiş zamanlarda, tamburlarda, kemanlarda... şarkılar­la yaşıyorum...) Elleri titriyor anlatırken. Soluğu daralıyor. Gözleri yaş içinde. (Sevgilerden nakışlarla... mutlu mutsuz bakışlarla... kalpten kalbe akışlarla... alkışlarla yaşıyorum...) O Meloş. Kadirşinas Meloş. Melahat Ercan.
“Çok yordular Zeki Bey’i... etkilediler. Belgesel gösteril­dikten sonra, telefonlar, fakslarla yordular... aklını çeldiler...”
Sabahın ağdığı ilk saatler.
Mutluluk sözcüğünün yer almadığı bir sabah daha...
TRT Genel Müdür Yardımcısı Altan Kınal, bir paket içinde kendisine 45 yıl önce radyoda ilk şarkısını okuduğu mikrofonu verdiğinde Zeki Müren’nin gözleri parladı ve ‘Gerçekten o mu’diye sordu.
Mikrofonu zorlukla eline alan Müren, ‘Güleyim mi ağlaya­yım mı’ diyerek heyecan ve mutluluğunu dile getirdi.
Meloş cinselliği yaşamadığı, sadece tutkuyla sevdiği, her şeyden, herkesten çok sevdiği adamın arkasından gözyaşı dö­küyor. ‘Keşke mezarı burada, yakında olsaydı,’ diye yineli­yor. ‘Hiç olmazsa gidebilirdim... Hem Zeki Bey de Zincirlikuyu’yu isterdi mutlaka...’
Gölgedeki kadınları yazarken, rotayı değiştirip Zeki Müren’e yönelmemiz bir başka gölgede kalmış kadının anatomisini çizmemize yardımcı olduğundan, bağışlanılasıdır, düşüncesindeyim. 1955 yılından bu yana ( bu söyleşi 1996 da yapılmıştı ), dile kolay tam kırk biri yıldır bir hayal erkeğin, gölesindeki kadın olmakta direnmek,onu milyonlarca insanla paylaşmak kolay değildi çünkü.
Her şey 1950’li yılların ortasında puslu bir pazar günü İs­tanbul Küçük Çiftlik Parkı Gazinosu’nda başlıyor. Kaymak tabakanın Müzeyyen’i, Safiye’yi, Münir’i dinlemeye gittikleri, şampanya patlattıkları birkaç lokalden biri Küçük Çiftlik Parkı.
Meloş ailesinin tek kızı. Üstüne titriyorlar adeta, ne is­terse yapıyorlar... tek üzülmesin, eksiklik çekmesin... mutlu olsun.
Felsefe bölümüne kaydını yaptırdığı yıl teyzesinin de ıs­rarı ile uzaktan akrabaları olan bir gençle nişanlanıyor... an­cak evlenmelerine üç ay kala çekip gidiyor nişanlısı. Geride gözyaşlarıyla fiske fiske kabarmış, rengi ruhsan atmış bir mektup kalıyor sadece... “Seninle olamayacağımı anladım Melahat. Sevgin rahatsız etti beni, özgürlüğümü kısıtladı. Gelecekte mutsuz olmaktansa daha yolun başındayken ayrıl­mak daha doğru gibi geldi bana.”
Dünyası yıkılıyor Meloş’un. Evden dışarı çıkmaz oluyor. Kucağında bir demet düşbozumu... aşkının tek hatırası.
Kızının durumundan endişelenen Fatoş anne belki iyi gelir, hava alır, azıcık ferahlar diye düşünüp, zorla adeta ite kaka Meloş’u bir arabaya atıp Küçük Çiftlik Parkı’na götürü­yor.Meloş ilgisiz. Meloş donuk bakışlarla süzüyor herkesi.
“Gözlerinin içine başka hayal girmesin...”
Bir an başını kaldırıyor Meloş. Bir çift kahverengi gözle iç içe geçiyor bakışları. Aynalı dar ceket, dudakta vişneçürüğü ruj kimin umurunda?
Daha o dakika yüreğindeki boşlu­ğun doluverdiğini duyumsuyor Meloş. Ve aylar sonra ilk kez gülümsüyor sahnedeki genç adama... ilk kez gülümsüyor.
Kıskanırdım seni ben... kendi gözümden bile...”
Avuçları patlarcasına alkışlıyor, tempo tutuyor. Gözle­rinde yağrmır esintisi, çiçek atıyor sahneye. Yeniden âşık olu­yor Meloş. Hayata bağlanıyor.Koklamaya kıyılamayan ma­nolyalar, körfezdeki dalgın suda aranan sancılı, memnu aşk­lar, bir bahar akşamının bungun coşkusu... mehtaba bürün­müş gecenin simli ayazında gölgede kalışların çıkışsızlığı,umarsızlığı.Yıldızlar altında ümit edilen, beklenen şarkılar... Gazetelerden, dergilerden kesilmiş özenle, deri kaplı bir def­tere yapıştırılmış resimler.
Tanıştıklarında bu sevginin kendisi için nice gülistanlara bedel olduğunu söylüyor Zeki Müren.
Bir sevgi bozumu ardından tam da intiharı düşünürken Zeki Müren’e âşık olarak ayırdına varmadan bir başka inti­hara yöneliyor Meloş. Bir hayale kapılıyor çünkü. Bir hayal erkeğin gölgesine sığınıyor isteyerek.
Bir akşam iyice fenalaşıyor Fatoş Anne. Meloş çaresiz. Doktor, ellerinden geleni yaptıklarını, yine de Tanrı’dan umut kesmemeleri gerektiğini söylüyor. Donuk bakışlı hem­şire usulca çekiliyor. Meloş bilmem kaç valtlık ampulün hü­zünlü aydınlığında annesinin can çekişmesini izliyor, eli kolu bağlı.Dudaklarında yarım yamalak bir dua,bir an gözleri­ni aralıyor yaşlı kadın. Sandalyenin üzerindeki küçük pilli radyoya takılıyor feri söndü sönecek gözleri. Meloş düğme­sini çeviriyor radyonun:" Ben gamlı hazan."Zeki Müren'in sesi dolduruyor odayı. Fatoş Anne'nin başı yana düşüyor.
Donakalıyor Meloş. Koridora fırlıyor hemen. Telefon açıyor Zeki Bey'e, saat sabahın dördü.
“Meloş'um” diyor Zeki Müren. “Metin ol,” diyor. “Derhal geliyorum,” diyor.
Elinde, bahçesinden koparttığı tek bir kırmızı gülle giri­yor hastanenin kapısından Zeki Müren. “Benim de anam sa­yılırdı...” diyerek sarılıyor Meloş'a yanakları buğ buğ. Sonra o gülü, yaşlı kadının henüz sıcaklığını yitirmemiş dudaklarına değdiriyor.
“İnanmayacaksınız biliyorum, ama gülümsedi annem...” diyor Meloş.
Sanrıdır, diyecek oluyorum. Vazgeçiyorum. İçini çeki­yor.
En güzel şarkıları yaşamıştı Meloş. Hicran dolu şarkıları da.
Pencereden dışarıya bakıyor. Işıklara... Bodrum'un yanıp sönen ışıklarına, votka ile ıslanmış Antalya, Şile gecelerine.
Kupkuru şimdi. Kenarları çiçeklerle süslü albümlere ki­litlemiş anılarını. Bir duvar örmüş kendisine, ötesi düğüm­lenip kalmış boğazında.
Zeki Müren'in imzaladığı fotoğrafları uzatıyor:
“Senin sevgini hiçbir bulut gölgeleyemez.”
“Karşılık beklemeden sevmeyi tüm yaratıklar Meloş'tan öğrenmeli...”
“Musiki ibadettir. Aşk ise ibadetlerin en ulvi olanı. Yıl­lardır bana 'ilah' dediniz... Ben de size ‘ilahem’ diyorum Me­loş...”
“Bu fotoğrafta program bitmiş. Selam alıyorum. Acaba içlerinde senin kadar beni seven, anlayan kaç kişi var... san­mıyorum... Tek Meloş'um.
“Hayattaki en gerçek dost kim deseler canım Meloş, de­rim...”
Şile, Antalya, Bodrum gecelerine dönmek istiyorum... “Zeki Bey,” diyecek oluyorum. Uzakta gitar sesleri. Zeki Müren bir hatıra gibi çok ötelerde... ışıksız kalıveriyor şarkı­lar, ut taksimleri.
“İntihar etti, diyorlar yalan.Meloş inziva bitti artık, de­mişti telefonda. Yılbaşından hemen önce çıkacak kasetinden söz açmıştı,sendeki fotoğrafları kullanırız belki kapakta,demişti. İntihar edecek insan böyle şeyleri düşünür mü hiç... hayata bağlıydı Zeki Bey... Uykusu kaçtı mı gecenin bir vakti arardı... sabahlara kadar konuşurduk.Yalnızdı. Çevresinde­kiler hep ondan aldılar... istediler... çıkarları gereği yanında oldular,Bunları biliyordu elbette... ama, dedim ya çaresiz­di... yalnızdı.”
Can Dündar'ın Aynalar belgeselinden Zeki Müren ile ilgili bölümü izliyoruz beraber;
“...bu kadar güzel yaşayan bir insan tabii ki ölümü de tatmalı. Ondan kurtulmak yok. Sizleri çok seviyorum... her şeyimsiniz benim. Bodrum'daki sessiz odamdayım... ve ne güzel ki sizlerleyim... sizlerleyim."
Göğsüne sıkıca bastırdığı gümüş çerçeveli bir fotoğrafla kalakalıyor Meloş. Hiçbir şey görmek, konuşmak, dinlemek istemiyor. Zeki Müren dışındaki bir hayata katlanası yok… o,gölgelerdeki kadın.
“İhanetleri, özlemleri, aşkları şarkılarıyla yaşattı bana...”
Süt rengi bir maviliğin içinde buluyorum kendimi. Tül­ler, parfüm şişeleri, gümüş el aynaları. 'Gurbet akşamları' isimli giysisi içinde, sırça kahkahalarla gülümsüyor Zeki Mü­ren bir fotoğrafında. Kirpiklerinin arasından süzüyor beni.
Gözyaşlarının ilk sağanağı...
Meloş’un hiç kimseyi o kadar sevmemiş olduğunu gide­rek, sonra sonra ayrımsıyorum. Halbuki en çok sevdiği, taptı­ğı Zeki Müren, onsuz olamayacağı bir noktada, yorgun, yıp­ranmış bir çehreyle son kez karşısına çıkacak ve birkaç dakika içinde ölüme yenilecekti. Zeki Müren öldüğünde geride bir başka ceset bulacaklardı. Yaşayan bir ceset.
Rivayetler çoktu. Çekimlerin ille de İzmir’de yapılmasını kendisi şart koşmuş. Yüksek tansiyonunu öne sürerek Bod­rum’dan İzmir’e helikopterle gitmek yerine, minibüs yolculu­ğunu seçmiş. Her gün kullanması gereken ilaçların hiçbirini, çekim esnasında terlerim, kaygısıyla almamış... Evinden ayrı­lırken helallik dilemiş... vergisinin son taksidini ödemiş. Paparazzi programlarında göbeği, gıdığı, sağlığıyla malzeme olur korkusuyla ne ambulans, ne bir doktorun stüdyoda bu­lunmasına şiddetle karşı çıkmış. Ödülünü ayakta almayı is­temiş. “Halkımın, sevenlerimin huzurunda dimdik ayakta durmalı, sönmeyen neon olduğumu kanıtlamalıyım,” demiş.
“Onu paylaşmak... onu milyonlarca insanla paylaşmak kolay mıydı,” diye soruyorum Meloş’a.
“Zeki Bey sadece bana aitti...” diyor.
Sevginin yasaklandığım, yağmalandığını, tutuklandığım, parayla satın alındığını, yok sayıldığını, can çekiştiğini, öle yatırıldığını hep yaşadım, gördüm. Ama Meloş’un Zeki Müren’e olan sevgisini, aşkını tanımlayacak hiçbir kelime, cümle bulamadığımı şimdi itiraf etmek istiyorum.
Dedim ya, Meloş çok farklıydı. Yaşanansa sadece bir melodram, içinde cinsellik, intikam, kıskançlık olmayan bir melodram. Tek taraflı hırpalanışlar, yıpranışlarla dolu bir melodram.Bir erkeği milyonlarca insanlar paylaşıyor olmanın o zehir kıvamındaki burukluğu, acısı. Ötesi önemli değila aitti...” diyor.
Sevginin yasaklandığım, yağmalandığını, tutuklandığım, parayla satın alındığını, yok sayıldığını, can çekiştiğini, öle yatırıldığını hep yaşadım, gördüm. Ama Meloş’un Zeki Müren’e olan sevgisini, aşkını tanımlayacak hiçbir kelime, cümle bulamadığımı şimdi itiraf etmek istiyorum.
Dedim ya, Meloş çok farklıydı. Yaşanansa sadece bir melodram, içinde cinsellik, intikam, kıskançlık olmayan bir melodram. Tek taraflı hırpalanışlar, yıpranışlarla dolu bir melodram.Bir erkeği milyonlarca insanlar paylaşıyor olmanın o zehir kıvamındaki burukluğu, acısı. Ötesi önemli değil.
Pınar Çekirge

8 Eylül 2013 Pazar

TEŞHİS PANKREAS KANSERİ ya da bir hastalık hastasının evhamları

Evet,tüm bulgular bu şüphemi doğruluyordu..evet, kansere yakalanmış olmalıydım.Daha önce de ağız boşluğu,Larenks, Lenfoma başta olmak üzere Mide, Mesane,Tiroid kanserlerine yakalandığımı sandığım,üstelik Dr.Google dahil her okuduğum kanserle ilgili makalede sözü edilen tüm belirtilere haiz olduğumu fark edip tıp, doktolarını zaman zaman çılgına çevirdiğim,olmuştu.Ama bu defa yanılmış olmam imkansızdı.Kansere yakalanmıştım.Daha bir kaç hafta önce kemik tömöründen kuşkulanmıştım,demek ki ön teşhisim hatalıydı.Verem, beyin humması,Hepaptit C, Hepatit b,yılda bir kaç defa  Melanom,Larenks ya da Herpes'e yakalanan da bendim,bu arada.Aniden gelen bir evham dalgasıyla,aynaya koşar ve mutlaka bir hastalık bulurdum kendime.Müjdat Gezen'i bilemem ama " Hastalık Hastası"tanısı asıl benimle anılmaldır,diyebilirim.Bir defasında,evet sıkı durun,rahim ağzı kanserine yakalandığımı bile iddia etmişliğim vardı.Peki bütün bunlar,bu tedirginlik dolu,çılgın evhamlar nerede nasıl başlamıştı ? Yoksa öğretilmiş miydim ?


 
1960'ların ortalarına dönelim.
 
Gilbert Delaheye'nin yazdığı "Ayşegül" aslında ilk çocukluk arkadaşımdı.Beraber  sirke gider,gider, hayvanat bahçesinde dolaşırdık.En güzel düşlere eşlik ederdi Ayşegül.Kardeşi Can ve köpekleri Fındık.O sevimli finodaydı hep aklım..ille bir hayvanım olmalıydı.Zinhar mümkünsüzdü.Evde hayvan beslemek tehlikeliydi çünkü!
 
Kedi, köpek tarafından ısırıldığım ya da tırmalandığımda derhal kuduza yakalanacak,bağıra bağıra can verecektim.Gırtlağım düşecekti önce, sudan ve ışıktan korkacaktım..yani castratıon kaygısı hep gündemde tutuluyor, değişik biçimleriyle önüme sunuluyordu.Dahası vardı, kedi tüyü mazaaallah kist yapardı da ciğerlerimi kusardım kan revan içinde.Hayvan sevgisinin karşılığı mutlaka hastalanıp,en feci biçimde ölmekti.Hayvanlardan uzak tutuldum..hem zaten yığınla oyuncağım yok muydu ? Boyama kitaplarım, kalemlerim,resim defterlerim.
 
Ne oldu biliyor musunuz ? Senelerce bir kedi görsem boğazımda bir tüy yumağı varmış hissine kapıldım..öksürdüm,üst üste yutkundum.Tamamen psikolojik bir dışa vurumdu bu durum.
 
Başarmışlardı.Hayvanlardan çekiniyordum artık.Dediğim gibi gırtlağı düşmüş,etrafına saldıran,can havliyle dişlerini etine geçirip başını taşlara vurarak ölen kişilerle dolu kuduz öyküleri, karından yapılan nah bu kadar büytüklükteki kuduz aşıları hedefini tam bulmuştu.Helal olsun ! Ahh, Ayhan Işık'ın " Ölümden Korkmuyorum"filmi de çok lazımmış gibi anlatılanların ne kadar doğru olduğuna dair bir delildi zaten.Koskoca Ayhan Işık filmde kuduz bir köpek tarafından ısırılmaz mı ? Ve finalde kudurarak ölmez mi ? İşte söz dinlememenin neticesi.Büyükler herşeyin doğrusunu söyler..o sözleri dinlemeyenin,duyup da umursamayanın sonu felakettir.
 
Yirmili yaşlarımdayken ressam Güler Diler'in kedisi durup dururken bir pençe attı elime.Donakalmıştım adeta ve bileğime doğru süzülen incecik kan içimdeki cerahatli korkuyu ,belki inanması zor olacak ama, bir lahzada yıkayıp,arındırıverdi.
 
Artık hayvanlarla beraberdim..tavşan besledim.Kedi baktım..hayvansız bir ev düşünemez oldum.Yıllarca tutsak edilmiş,yasaklanmış hayvan sevgim yüzeye çıkmıştı  bir kez..gemsiz,azısız bir sevgiydi bu.Deli bir sevgiydi,şimdiki ifadeyle.Sokaktaki başıboş köpeklerle, kedilerle ilgileniyor,onlara su, yemek taşıyordum.Boğazımda ne tüyden bir yumak vardı artık, ne de kuduz korkusu..engellenen bir sevgi misillemesini yapmıştı sonunda.
 
Ve hayatıma günün birinde PABLO girdi.Bembeyaz bir Terrier.Bütün zamanlarımın en koşulsuz sevgisini yaşadım onun gözbebeklerinde..çok sevdik birbirimizi..aşk benzeri bir duyguydu bu.Çocuk gibi bakıyordum..sebze sularıyla besliyordum,sormayın.Sebze püresiyle karıştırılan et..vitamin damlası.Birbirimizi tamamlamıştık..farklı bir iletişim kurulmuştu aramızda..her cümlemde Pablo vardı.Düşünsenize sabahın beşinde sokağa çıkıyorduk.Çiş zamanı ertelenemezdi..sonra akşam iş dönüşü..yatmadan önce bir kez daha.Bütün dünyamdı Pablo.Yerlerde boğuşuyor,kanepenin üzerinden koltuklara atlıyor, aklımıza gelen her yaramazlığı yapıyor ve eğleniyorduk.Zaten şımartılmış biriyim söylememe gerek yok, Pablo zamanla benden de şımarık oldu doğal olarak.Üzüm üzüme bakarak karardı..ama o kararmaktan da öteye geçip, kapkara oluverdi çok geçmeden.Yasak yoktu, ceza hiç yoktu.İstediği herşeyi yapmakta özgürdü..ve ona olan sevgimi biliyor zaman zaman da beni patisinde oynatıyordu.Ahh, veterinere gidip aşı olmak yok mu..işte nasıl da hissediyordu..farklı yollar denesem de daha sokağın başında hırçınlaşmaya başlar ortalığı ayağa kaldırırdı.
 
Hatırlıyorum, 20 Kasım 2003 akşamı o bombalı saldırı sonrası yırtık giysilerimle, karmakarışık, bambaşka bir ruh haliyle eve girmiştim.Yine kapıdaydı..yine kucağıma atladı..heyecan içindeydi..panik vardı bu heyecanda..birden ağlamaya başlamıştım..gözyaşlarımı yalıyor,umutsuzca beni sakinleştirmeye çalışıyordu.İçim titreyerek seviyordum onu.Ve hep o korku,ya bir şey olursa,ya ölürse..sonra,sonra ne yapardım ? Zaten hep kaybedecekmiş tedirginliğiyle bağlanmaz mıydım ?
 
Ve onüç yaşını geçmişti Pablo.O korktuğum yaşlardaydı artık.Hiç kondurmadığım ayrılık yakındaydı..
 
Ve bir gün gitti Pablo.Öyle usulca..sessizce.
 
Gölgeler koyulaştı birden.Sular çoktan kararmıştı.Akşamın ilk ışıkları perdelere düşmüştü bile.Günün minesi solalı niceydi.Vakit tamam gibiydi.Uşak Firs'in repliğini mırıldandım:" Gittiler, beni unuttular.Toprak kokuyor burnuma.."
 
Lafı uzattım,şirazesinden çıkarttım,farkındayım.Ama klavyenin başına geçince böyle oluyor,yazdıkça yeni detayları hatırlıyorum.Bir tür psiko terapi seansı diyelim..
 
Neden " hastalık hastası" olduğumu anlatıyordum, bu tohumların da yine aile ortamında serpiştirildiğini kuduz ve kist korkusuyla kaşık kaşık yutturulduğunu söylemiştim.Ama o kadar mı, 1940'lı yıllarda ölen Oğuz adlı bir akrabadan konuşulurdu bazen.Evlerden ırak,ince hastalığa yenik düşmüş..kan tükürerek ölmüş.Tıpkı "Hıçkırık"romanındaki Nalan gibi.(Ah, evet "Hıçkırık"', Beykoz da yazlık bahçe sinemasında büyülenmişçesine izlediğimi hatırlıyorum.Çok uzun yıllar Nalan benim için hep Hülya Koçğit'di.Bembeyaz kırlentlerde kan izleri..o şifon gecelik.)
 
Verem ile tehdit başlamıştı.Yemek yemezsem,sonum veremdi.Zaten bu kadar koşup,terli terli su içersem,söz dinlemezsem,hele ki öğlen uykusuna yatmamakta direnirsem er ya da geç ama mutlaka vereme yakalanacaktım.Yani hep bir ceza ve tehdit vardı..korkuyla çoğaltılan evhamlar çoktan yeşermişti.Ya haklılarsa, ya gerçekten hastalanırsam ?
 
O kadar steril yaşatılmıştım ki, ilkokula başladığım 1967 yılının Eylül ayında,sanırım okul açılalı üç hafta bile dolmadan,kızıl hastalığına yakalandım.İşte olan olmuştu..mutlaka ölecektim.Ölüm neydi ? Belki de sakat kalacaktım..
 
Sekiz yaşındaydım,hayatımda ilk kez paten kullanmaya çalıştım.Hiç unutmam beş ya da onuncu dakika da yere yapışıp sol kolumu kırdım.Nişantaşı Amerikan Hastahanesi'ne gidilene kadar öyle bir panik ortamı yaşatıldı ki, kesin kolum kesilecekti..işte yaramazlığın sonuydu..
 
Düşersin,koşma,dur..yavaş yürü..bir daha kırılırsa artık ameliyat..iğne..serum..sözcükleriyle iyice korkutuldum..özellikle iğne olmak bir kabustu.Ve iğne korkum sürekli tehditlerle canlı tutuluyordu.
 
" Evet yemek yememeye, tabağındaki bitirmemeye devam et sen, Dr.Ziya Beye telefon açalım da iştah açıcı iğne yazsın.."
 
Ve yıllar geçti.Hastalık hastalığımı evhamlarla çoğalttım.Bir akşam Lenfoma ya yakalandığımı sanıp,sabah doktora koştum.Bir başka gün Kuş Gribine..
 

5 Eylül 2013 Perşembe

yeni bir hayat ısmarlamıştım


      

Fena haldeydim.Şımarık.Huzursuz.Sinirli.Tedirgin.Nasıl anlatsam,duygusal ezim ve santajların eğitim şekline dönüştürüldüğü,patolojik bir aile ortamında varolma savaşı veriyordum resmen.Ve sadece altı yaşındaydım. Söz dinlemeyen, kaprisli, iştahsız ( bir yanaktan diğerine inatla taşınan lokmalar),çekingen,içe kapanık bir çocuktum. Mutsuzdum,evet. Kendimi ifade edememenin sıkıntılarını yaşıyordum hiç kuşkusuz. Sokakta oynamam yasaktı. Arkadaşım hiç olmamıştı. Yaşıtlarımla ilişkim söz konusu bile değildi. (Evde yığınla oyuncağım vardı ya. Kırıp, parçaladığım pahalı oyuncaklar…boyama kitapları.Bir kez okutup anında ezberlediğim "Ayşegül"ler.Elektrikli tren,gözlerinde ışık yanıp sönen maymun..ille peluş ayım.Adı,evet adı Naciye'idi.)Bu arada hep biri ya da birileriyle kıyaslanıyordum.Nefret ediyordum filancanın oğlu ya da kızının nasıl iyi huylu, terbiyeli olduğunu dinlemekten.Yaramazlık yapmaya devam edersem, başıma gelecekler sayılıp dökülüyordu sık sık.Felaketlere neden olabileceğime giderek inanmaya başlamıştım.Demek tılsımlı güçlerim vardı..mesela yere tuz dökersen kaplumbağa olacağım söylenmişti bir defasında.Evet, gizlice tuzluktan halıya tuz serpmiştim..korkarak.Ama kaplumbağa filan olmamıştım sonuçta.Neden yalan söylüyorlardı ? Neden hep ceza vardı ?Hep ödenecek bedeller ?Sahi sokakta bir çingeneden mi almışlardı beni ?Yok canım..   

 

  “ Yakında bir çocuk gelecek bu eve..”

 

    Zamanın durduğu kısacık bir an.

 

    Ürkmüştüm. Şaşkındım. Korkuyordum. Çaresizdim.Dedim ya, fena haldeydim.

 

  “Yemeğini zamanında yiyen, öğlen uykusuna yatan, akıllı uslu bir  çocuk; Mehmet Ali.”

 

    İmalı bir ses tonuyla konuşuyordu anneannem.

 

    Kıskançlık, terk edilme korkusu yığılıvermişti omuzlarına. Güvensizlik, içimde büyüye duran bir tümör olacaktı bundan böyle.Ve güven hissini belki de sonsuza kadar yitirmiş olacaktım. 

 

   Demek, Mehmet Ali…

 

   Donup kalmıştım bir zaman; eski bir fotoğrafta gibiydim.Öfke bıçak gibi kesmişti etimi. Kanamıştım.Cılk yaraydım. Oysa gözlerimdeki acılığı gizlemem, umursamaz davranmam gerekiyordu. Yenilişimi,korkumu,telaşımı anlamamalıydılar. Asla..! Oyun başlamıştı.

 

   Mehmet Ali, öyle mi?

 

    Hatırlıyorum; Sisli, serin bir sonbahar öğleden sonrasıydı.Şan Sineması’na gitmiştik. Fuayeye inen geniş merdivenin hizasındaki afişlere takılı vermişti gözüm bir an. Sarı uçuşan saçlar.Bembeyaz tüller arasında, o tüm zamanlarımı altüst eden güzellik.Nedensiz, garip bir hüzün vardı sanki gülümseyişinde, bir kırılganlık ya da.Bir hicran gölgesi.Büyülenmiş gibiydim adeta.Nasıl desem,sanki çok uzun yıllar öncesinden tanıdığım,hep özlediğim biriydi..o kadar tanıdık.Anlatamayacağım,tarifi,benzeri olmayan bir sıcaklık,yakınlık hissetmiştim o fotoğrafa karşı. 

 

    “Kim bu abla” diye sordum.

 

    “Filiz Akın,"dedi anneannem” hem acele et, onun filmini izleyeceğiz zaten”.

 

    Salona geçtik. İlk gong vurdu.

 

    Kırık beyaz bir ışık düştü perdeye.

 

Bir Ülkü Erakalın filmiydi. "Günahkar Kadın".Türkan Şoray, Sadri Alışık, Filiz Akın, Kuzey Vargın’ın başrollerini paylaştığı..

 

    Filiz Akın düşlerden, masallardan sızıp gelmiş bir peri kızı olmalıydı. Yoo, Rapuntzel. Benim Rapuntzel’im.

 

 Ne yalan söyleyeyim,o filmlerin, fotoğrafların bir parçası gibi görecektim kendimi giderek. Küçük aklımla telaşlanıyor, günün birinde Filiz Akın, Ediz Hun gibi olamayacağım diye uykularım kaçıyordu adeta. Sinemanın görkemli fantazisiyle yüzleşmiştim bir kez. Kaçışım yoktu.

 

    Mehmet Ali papucumu dama attıracaktı: Onlar Mehmet Ali’yi seçmişlerdi. Benimse seçimim Filiz Akın’dı. Aileme karşı en büyük misillemem…isyanım.

 

    Aşk gibi bir duyguydu bu, yadsıyamam.Hayranlıktı. Tılsım gibi. Simya gibi. Metafizik gibi. Hücrelerime nüfuz eden bir tutku. Üstelik altı yaşında bir çocuğun kaldıramayacağı kadar ağır, zorlu  bir yük.Belki bir sığınış. 

 

    Kendime onun fotoğraflarıyla yeni bir hayat ısmarlamıştım. Şizofrenik bir yarılma yaşamamam imkansızdı artık. Zamanla parçalanmış bir hayatın içinde buldum kendimi. İki ayrı yaşam. (Meğer insan kendini hiç tanımadan senelerce yaşayabilir; Belki de bir ömür boyunca kendini bir başkası sanabilirmiş.Ve Kürşat Başar'ın dediği gibi," en çok bir hayali sevebilir"miş.)

 

    Pencereyi açıyorum. Tüller savruluyor. Yangınlı bahçelerde ıslak sonbahar yaprakları.Oraya buraya atılmış giysiler. Hayatta karşılığı olmayan bir hayalin antropoloğu oluveriyorum sanki. O hayali var etmeye çalışıyorum umutsuzca.

 

     Filiz Akın bir hayal kahramandı hiç kuşkusuz. İnsanüstü bir kimlikti benim için. Yemeyen, içmeyen, ‘sıradan insan özellikleri’ne sahip olduğunu düşünmediğim gerçek bir Mhyte. Bazen annem, çoğunlukla tek arkadaşım. İlker İnanaoğlu’nu az kıskanmamıştım.Ne yapalım,  Filiz Akın’ın oğlu olmasını çekemiyordum bir türlü. Çocukluk işte.

 

    Ve yıllar geçti..

 

Filiz Akın ile ilk kez Hilton Oteli’nde bir davette karşılaşmıştık. Tanıştırdılar. Kalbim duracak gibiydi o an. Nefes alamıyordum.  Nasıl anlatsam, muazzam bir ışık halesi içindeydi. Güzellikten öte bir şeydi bu. O denli heyecanlıydım ki, bacaklarım titriyor, adımlarım birbirine karışıyordu.Her şeyi unutmuştum. Kim olduğumu, nerede olduğumu, hatta neler olduğunu. Konuşmayı bile.Dünya farklı bir yöne doğru dönmeye başlamıştı adeta. O parlak, mavimsi ışıkla yıkanıyordu saçları. Bir flaş patladı. 19 Nisan 1974 tarihi düşüldü  fotoğrafın arkasına.

 

    Tanrım, ne kadar çirkin çıkmıştım. (The Beast and Beauty durumları anlayacağınız) O dakika istediğim tek şey zamanın donması ve sonsuza dek öylece kalabilmekti. Bir rüyanın içindeydim. Gülümsedi.Karşımdakinin bir ilahe olduğunu alımladım. (Hayır, abartmıyorum. Yüzüne bakabilseydiniz, benim yerimde olsaydınız şimdi aynı şeyleri yazıyor olurdunuz şimdi.) Nasıl ifade etsem, gözlerimin önünde yaşlardan bir perde vardı, sanki buğulu bir camın ardından bakıyor gibiydim. İnanılmaz bir şeydi bu. Tanımlanamaz bir ‘şey.’.!

 

    Sonraları çok kez karşılaştım Filiz Akın ile. Her defasında o parlak mavimsi ışık çakımları arasındaydı ve hep o heyecanları, şaşkınlıkları yaşadım. Evet, kendi başıma sürdürdüğüm, varettiğim bir hayaldi o kuşkusuz. Bir hayal kadın.

 

    Taner Onat bir makalesinde şöyle diyordu :

 

    “..kiminden nefret ettik, kimini kalbimizin en derin yerlerine aldık. Duyarlılıklarımızı öylesine beslediler ki, her yazarın kendine göre bir sinema kahramanı bile oldu. Pınar Çekirge’nin Filiz Akın’ı, Murathan Mungan’ın Neriman Köksal’ı, Feridun Andaç’ın Türkan Şoray’ı...”

 

    Filiz Akın’a olan tutkum, belli bir fanatizmi de beraberinde çoğaltmıştı, hiç kuşkusuz. Öyle ki, rakip olarak gördüğüm Hülya Koçyiğit’ten senelerce, kelimenin tam anlamıyla nefret etmiştim.

 

   Hülya Koçyiğit ile yıllar sonra bir söyleşi yapacaktım. Ve “Biliyor musunuz, sizden hep nefret etmiştim,” dediğimde Hülya Hanım’ın yüzündeki şaşkınlığı hiç unutmayacağım. Filiz Akın tutkum nedeniyle sinemadaki hemen tüm kadın oyucuları, ama en çok Hülya Koçyiğit’i nasıl reddettiğimi, yok saydığımı anlatmıştım kendisine. Gülümseyerek dinlemişti. Söyleşinin bitiminde, “Bundan sonra hayatınızda ben de varım, öyle değil mi?” diyerek bir fotoğrafını imzalamıştı bana.

 

Ve kırk yedi yıl geçti aradan.Artık ellili yaşlardayım.Sevgim,hayranlığım hiç azalmadı.Yüzlerce fotoğraf, film afişinden oluşan bir müze ev oluşturdum sonunda.Türk Sinaması'nda toplumbilimsel ve ikonografik bir değer olarak Filiz Akın imajını " Başrolde Filiz Akın" ( 2007 ) adlı çalışmamda etraflıca ele almaya çalıştım.Sahi,kimileri bu tutkuyu hiç anlayamadı,kimileri güldü geçti.Bazısı bu hayranlığı reenkarnasyonla açıklamaya çalıştı.Bir önceki hayattan ( ! ) aktarılan, yarım kalmış ‘bir şey’lerin tezahürü olarak adlandırdı tutkumu. Bazılarına göre, ‘salt güzelliğe, zarafete yönelik çok gelişmiş bencil bir estetik kaygının yansımasıydı’ dipte yatan. Oysa bu sevginin, tutkunun başlangıcında bir misilleme vardı. Hem de çok büyük bir misilleme..!

 

Ve ben en çok ve sadece onu sevdim.Hiç ihanet etmeden..gelmiş geçmiş en lekesiz, en masum sevinin öyküsüdür bu..bir tutkunun hikayesi.Yaşanmış,yaşanan.Geçen yüzyıldan bugüne..

4 Eylül 2013 Çarşamba

Eylül 1972 -Pınar Çekirge

Eylül'ün ikinci haftasıydı.Yıl 1972.Demek kırk bir sene geçmiş aradan.O ilk sabahı hiç unutmadım.Anılarımdan silmeyi çok istediğim halde.(Demek ki,altta yatan kimi psiko-dinamikler ille yedeğimde taşımama neden olmuş o ufuneti.Belki de gerçekten unutmak işime gelmemiş.Kimbilir ? Öç alış mı,kararsızım şimdi.)

 


Üst bahçede sıraya girmiştik.1 A sınıfı,585 numaralı Pınar Çekirge.Elimde çantam.Titriyorum..garip bir travma bu.Birazdan bırakılacak,terk edilecek olmanın korku bulaşığı,hunhar acısı.(En kaygan zeminlerde inişli çıkışlı tüm o hüzünlere eşlik eden,çaresizlik.)Oysa okuduğum öykülerde yatılı okul hep bir 'ceza'ydı çocuklar için.Jane Eyre bir yetimhaneye kapatılırdı mesela.Nihal'in tüm direnmesine karşılık Bülent leyli mektebe gönderilirdi.Emir büyük yerdendi.Bihter öyle buyurmuştu. 


 

Boğazdan kopup gelen rüzgar Arnavutköy sırtlarında savruluyor.Havada belli belirsiz bir yosun kokusu.Ötelerde vapur düdükleri..martı çığlıkları.Ürperiyorum. 

 

Adnan Eseniş açılış konuşması yapıyor..tek bir sözcüğü bile anlayamıyorum.Dinlemiyorum zaten.Hayır,onurlu olmam lazım.Ağlamayacağım.Kimse görmeyecek ağladığımı.En azından şimdilik.Yatılı okul..zil çalıyor çok geçmeden.

 


Orta Okul Binasında denize açılan pencereleriyle loş, nem kokan bir sınıf.İlk ders Matematik.Halide Aydınol derse giriyor az sonra.Sert tavrından ürküyorum bir an.O denli korunaksız hissediyorum ki kendimi...daha bir büzülüyorum sırada.(Hayatı bir ucundan yakalamalım,diyorum.Çok çalışarak..her dönem iftihara geçerek.Ve altı yıl sürecek o uzun yolculuk başlıyor.Tek amacım var bir gün psikoloji eğitimi görmek.Kırık hayatları anlamaya,öğrenmeye uğraşacaktım büyüyünce,kararım kesindi.Darbe yemiş insanların, duygusal yere çalınışların hikayelerini yazaktım bir gün..sahici iç kavgaların savurduğu,mayası hüzünle karılmış insanların.İşte bu nedenle,geceler gündüzlere katılıyordu artık.Herkes uyurken ders çalışılıyordu yanan sobanın yanında.Arada yazılı sınavdan 9 alındığında üzülmem de bundandı aslında.Önerilen hayatların sıradanlığına başkaldırı mıydı tüm bunlar,neden olmasın ? Belki de ego savaşı..)

 

Bir ses :"Silginiz var mı ?" Nejat.İlk tanıştığım sınıf arkadaşım.Bir hafta sonra Zafer çıka geliyor.Ayşıl,Fulya,Demre,Nezih,Banu,Emre,Fazıl,Kemal,Sevgi,Cavidan,Nil, Ferihan,Çiğdem,Ahmet,Lena,Hande,Mehmet,Hamid,Refik,Ali.Bütün o yüzler..

 


Her Eylül ayında o burukluğu hissederim..o acıyı..o yatılı okulda ilk etüt odasını.Filiz Uluerer'in " ağlama ama.." diye uzattığı kağıt mendili.

 

Esmer bir akşam koyuluğu inmişti camlara.Ampullerin çiğ ışığı.Islak bir toz kokusu belli belirsiz.Artık sadece mutsuzluk ve özlemdi yüksek sesle konuşan;sadece onlar konuşuyordu.Koridor bomboştu.Gölgelerle dolu,serin.Hatta buz gibi.

 

Gözlerimdeki buğu yaşa dönüşüverdi birden.Yatılı okulda ilk akşam.O hep sisli,alacakaranlık geçecek altı yılın ilk akşamı.

 

O demir kapı..mermer basamaklı merdiven..manolya ağacı..erguvanlar.Günbatımıyla kana bulanan hüzünler..o ıssızlık duygusu.

 

Yalnızlık,geniş kanatlarını gererek,maskeli yüzü,sivri tırnaklarıyla gelip konuvermişti gözkapaklarıma.Ağlıyordum.O dakika tek istediğim yeniden evimde,odamda olmak,sabah yine eski hayatıma uyanmaktı.Oysa tutsaktım..  

 

Bir fotoğraf vardı dolabımda..siyah beyaz bir stüdyo fotoğrafı.Filiz Akın.Kahküllü saçları..yüzünde o gülümseyiş.Dünyayı yaşanabilir kılan bir hayal kahraman, tıpkı Reşat Nuri, Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, Ethem İzzet, Esad Mahmut 'un dünyasında tamamlanmış hissettiğim gibi kendimi..sığındığım o eşsiz güzellikteki hayal kahraman.Yaşadıkça..her zaman ve daima!

 

Haydi, itiraf edeyim,o fotoğraf altı yıl boyunca ya çantamda, ya kitapların arasında, ya  gönüllü sözlüye kalkmadan az önce hep gülümsedi bana.Uçuşan sarı saçlar..bir çift ela göz..kalkık bir burun.Ben en çok onu sevdim aslında.O hayali.

 

 

Yatılı okul hayatımdaki ilk büyük kırılıştı aslında.Sonrası hep geldi.Kim söylemişti hatırlamıyorum,"Hasar gören insan tehlikelidir..çünkü hasara rağmen ayakta kalmıştır" gibi bir cümleydi sanki.Tam topalayamıyorum şimdi.Evet,yatılı okulda o sabah,çoktan kabuk bağlasa da her an enfekte olmaya hazır bir yara anılarımda.  


 

O erguvan sağnakları,o yağmur ıslağı içe çekilişler,hüzün dolu yıllar ( Kırmızı değil, eflatun pazartesiler ) sanırım beni hiç terk etmedi.Bugün de.

 

" Nasıl hatırlıyorsun bunca detayı," diye sordu Oya.

 

" Hiç unutmadım ki!" dedim.

 

Zaten geriye her defasında çok az,ama kalabileceğinden  daha çok şey kalmıyor mu ? Neden etime çakılan her çivi bir başka çiviyle söküldü bunca yıl ?