8 Eylül 2013 Pazar

TEŞHİS PANKREAS KANSERİ ya da bir hastalık hastasının evhamları

Evet,tüm bulgular bu şüphemi doğruluyordu..evet, kansere yakalanmış olmalıydım.Daha önce de ağız boşluğu,Larenks, Lenfoma başta olmak üzere Mide, Mesane,Tiroid kanserlerine yakalandığımı sandığım,üstelik Dr.Google dahil her okuduğum kanserle ilgili makalede sözü edilen tüm belirtilere haiz olduğumu fark edip tıp, doktolarını zaman zaman çılgına çevirdiğim,olmuştu.Ama bu defa yanılmış olmam imkansızdı.Kansere yakalanmıştım.Daha bir kaç hafta önce kemik tömöründen kuşkulanmıştım,demek ki ön teşhisim hatalıydı.Verem, beyin humması,Hepaptit C, Hepatit b,yılda bir kaç defa  Melanom,Larenks ya da Herpes'e yakalanan da bendim,bu arada.Aniden gelen bir evham dalgasıyla,aynaya koşar ve mutlaka bir hastalık bulurdum kendime.Müjdat Gezen'i bilemem ama " Hastalık Hastası"tanısı asıl benimle anılmaldır,diyebilirim.Bir defasında,evet sıkı durun,rahim ağzı kanserine yakalandığımı bile iddia etmişliğim vardı.Peki bütün bunlar,bu tedirginlik dolu,çılgın evhamlar nerede nasıl başlamıştı ? Yoksa öğretilmiş miydim ?


 
1960'ların ortalarına dönelim.
 
Gilbert Delaheye'nin yazdığı "Ayşegül" aslında ilk çocukluk arkadaşımdı.Beraber  sirke gider,gider, hayvanat bahçesinde dolaşırdık.En güzel düşlere eşlik ederdi Ayşegül.Kardeşi Can ve köpekleri Fındık.O sevimli finodaydı hep aklım..ille bir hayvanım olmalıydı.Zinhar mümkünsüzdü.Evde hayvan beslemek tehlikeliydi çünkü!
 
Kedi, köpek tarafından ısırıldığım ya da tırmalandığımda derhal kuduza yakalanacak,bağıra bağıra can verecektim.Gırtlağım düşecekti önce, sudan ve ışıktan korkacaktım..yani castratıon kaygısı hep gündemde tutuluyor, değişik biçimleriyle önüme sunuluyordu.Dahası vardı, kedi tüyü mazaaallah kist yapardı da ciğerlerimi kusardım kan revan içinde.Hayvan sevgisinin karşılığı mutlaka hastalanıp,en feci biçimde ölmekti.Hayvanlardan uzak tutuldum..hem zaten yığınla oyuncağım yok muydu ? Boyama kitaplarım, kalemlerim,resim defterlerim.
 
Ne oldu biliyor musunuz ? Senelerce bir kedi görsem boğazımda bir tüy yumağı varmış hissine kapıldım..öksürdüm,üst üste yutkundum.Tamamen psikolojik bir dışa vurumdu bu durum.
 
Başarmışlardı.Hayvanlardan çekiniyordum artık.Dediğim gibi gırtlağı düşmüş,etrafına saldıran,can havliyle dişlerini etine geçirip başını taşlara vurarak ölen kişilerle dolu kuduz öyküleri, karından yapılan nah bu kadar büytüklükteki kuduz aşıları hedefini tam bulmuştu.Helal olsun ! Ahh, Ayhan Işık'ın " Ölümden Korkmuyorum"filmi de çok lazımmış gibi anlatılanların ne kadar doğru olduğuna dair bir delildi zaten.Koskoca Ayhan Işık filmde kuduz bir köpek tarafından ısırılmaz mı ? Ve finalde kudurarak ölmez mi ? İşte söz dinlememenin neticesi.Büyükler herşeyin doğrusunu söyler..o sözleri dinlemeyenin,duyup da umursamayanın sonu felakettir.
 
Yirmili yaşlarımdayken ressam Güler Diler'in kedisi durup dururken bir pençe attı elime.Donakalmıştım adeta ve bileğime doğru süzülen incecik kan içimdeki cerahatli korkuyu ,belki inanması zor olacak ama, bir lahzada yıkayıp,arındırıverdi.
 
Artık hayvanlarla beraberdim..tavşan besledim.Kedi baktım..hayvansız bir ev düşünemez oldum.Yıllarca tutsak edilmiş,yasaklanmış hayvan sevgim yüzeye çıkmıştı  bir kez..gemsiz,azısız bir sevgiydi bu.Deli bir sevgiydi,şimdiki ifadeyle.Sokaktaki başıboş köpeklerle, kedilerle ilgileniyor,onlara su, yemek taşıyordum.Boğazımda ne tüyden bir yumak vardı artık, ne de kuduz korkusu..engellenen bir sevgi misillemesini yapmıştı sonunda.
 
Ve hayatıma günün birinde PABLO girdi.Bembeyaz bir Terrier.Bütün zamanlarımın en koşulsuz sevgisini yaşadım onun gözbebeklerinde..çok sevdik birbirimizi..aşk benzeri bir duyguydu bu.Çocuk gibi bakıyordum..sebze sularıyla besliyordum,sormayın.Sebze püresiyle karıştırılan et..vitamin damlası.Birbirimizi tamamlamıştık..farklı bir iletişim kurulmuştu aramızda..her cümlemde Pablo vardı.Düşünsenize sabahın beşinde sokağa çıkıyorduk.Çiş zamanı ertelenemezdi..sonra akşam iş dönüşü..yatmadan önce bir kez daha.Bütün dünyamdı Pablo.Yerlerde boğuşuyor,kanepenin üzerinden koltuklara atlıyor, aklımıza gelen her yaramazlığı yapıyor ve eğleniyorduk.Zaten şımartılmış biriyim söylememe gerek yok, Pablo zamanla benden de şımarık oldu doğal olarak.Üzüm üzüme bakarak karardı..ama o kararmaktan da öteye geçip, kapkara oluverdi çok geçmeden.Yasak yoktu, ceza hiç yoktu.İstediği herşeyi yapmakta özgürdü..ve ona olan sevgimi biliyor zaman zaman da beni patisinde oynatıyordu.Ahh, veterinere gidip aşı olmak yok mu..işte nasıl da hissediyordu..farklı yollar denesem de daha sokağın başında hırçınlaşmaya başlar ortalığı ayağa kaldırırdı.
 
Hatırlıyorum, 20 Kasım 2003 akşamı o bombalı saldırı sonrası yırtık giysilerimle, karmakarışık, bambaşka bir ruh haliyle eve girmiştim.Yine kapıdaydı..yine kucağıma atladı..heyecan içindeydi..panik vardı bu heyecanda..birden ağlamaya başlamıştım..gözyaşlarımı yalıyor,umutsuzca beni sakinleştirmeye çalışıyordu.İçim titreyerek seviyordum onu.Ve hep o korku,ya bir şey olursa,ya ölürse..sonra,sonra ne yapardım ? Zaten hep kaybedecekmiş tedirginliğiyle bağlanmaz mıydım ?
 
Ve onüç yaşını geçmişti Pablo.O korktuğum yaşlardaydı artık.Hiç kondurmadığım ayrılık yakındaydı..
 
Ve bir gün gitti Pablo.Öyle usulca..sessizce.
 
Gölgeler koyulaştı birden.Sular çoktan kararmıştı.Akşamın ilk ışıkları perdelere düşmüştü bile.Günün minesi solalı niceydi.Vakit tamam gibiydi.Uşak Firs'in repliğini mırıldandım:" Gittiler, beni unuttular.Toprak kokuyor burnuma.."
 
Lafı uzattım,şirazesinden çıkarttım,farkındayım.Ama klavyenin başına geçince böyle oluyor,yazdıkça yeni detayları hatırlıyorum.Bir tür psiko terapi seansı diyelim..
 
Neden " hastalık hastası" olduğumu anlatıyordum, bu tohumların da yine aile ortamında serpiştirildiğini kuduz ve kist korkusuyla kaşık kaşık yutturulduğunu söylemiştim.Ama o kadar mı, 1940'lı yıllarda ölen Oğuz adlı bir akrabadan konuşulurdu bazen.Evlerden ırak,ince hastalığa yenik düşmüş..kan tükürerek ölmüş.Tıpkı "Hıçkırık"romanındaki Nalan gibi.(Ah, evet "Hıçkırık"', Beykoz da yazlık bahçe sinemasında büyülenmişçesine izlediğimi hatırlıyorum.Çok uzun yıllar Nalan benim için hep Hülya Koçğit'di.Bembeyaz kırlentlerde kan izleri..o şifon gecelik.)
 
Verem ile tehdit başlamıştı.Yemek yemezsem,sonum veremdi.Zaten bu kadar koşup,terli terli su içersem,söz dinlemezsem,hele ki öğlen uykusuna yatmamakta direnirsem er ya da geç ama mutlaka vereme yakalanacaktım.Yani hep bir ceza ve tehdit vardı..korkuyla çoğaltılan evhamlar çoktan yeşermişti.Ya haklılarsa, ya gerçekten hastalanırsam ?
 
O kadar steril yaşatılmıştım ki, ilkokula başladığım 1967 yılının Eylül ayında,sanırım okul açılalı üç hafta bile dolmadan,kızıl hastalığına yakalandım.İşte olan olmuştu..mutlaka ölecektim.Ölüm neydi ? Belki de sakat kalacaktım..
 
Sekiz yaşındaydım,hayatımda ilk kez paten kullanmaya çalıştım.Hiç unutmam beş ya da onuncu dakika da yere yapışıp sol kolumu kırdım.Nişantaşı Amerikan Hastahanesi'ne gidilene kadar öyle bir panik ortamı yaşatıldı ki, kesin kolum kesilecekti..işte yaramazlığın sonuydu..
 
Düşersin,koşma,dur..yavaş yürü..bir daha kırılırsa artık ameliyat..iğne..serum..sözcükleriyle iyice korkutuldum..özellikle iğne olmak bir kabustu.Ve iğne korkum sürekli tehditlerle canlı tutuluyordu.
 
" Evet yemek yememeye, tabağındaki bitirmemeye devam et sen, Dr.Ziya Beye telefon açalım da iştah açıcı iğne yazsın.."
 
Ve yıllar geçti.Hastalık hastalığımı evhamlarla çoğalttım.Bir akşam Lenfoma ya yakalandığımı sanıp,sabah doktora koştum.Bir başka gün Kuş Gribine..
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder