Fena
haldeydim.Şımarık.Huzursuz.Sinirli.Tedirgin.Nasıl anlatsam,duygusal ezim ve
santajların eğitim şekline dönüştürüldüğü,patolojik bir aile ortamında varolma
savaşı veriyordum resmen.Ve sadece altı yaşındaydım. Söz dinlemeyen,
kaprisli, iştahsız ( bir yanaktan diğerine inatla taşınan lokmalar),çekingen,içe
kapanık bir çocuktum. Mutsuzdum,evet. Kendimi ifade edememenin sıkıntılarını
yaşıyordum hiç kuşkusuz. Sokakta oynamam yasaktı. Arkadaşım hiç olmamıştı.
Yaşıtlarımla ilişkim söz konusu bile değildi. (Evde yığınla oyuncağım vardı ya.
Kırıp, parçaladığım pahalı oyuncaklar…boyama kitapları.Bir kez okutup
anında ezberlediğim "Ayşegül"ler.Elektrikli tren,gözlerinde ışık yanıp sönen
maymun..ille peluş ayım.Adı,evet adı Naciye'idi.)Bu arada hep biri ya da
birileriyle kıyaslanıyordum.Nefret ediyordum filancanın oğlu ya da kızının nasıl
iyi huylu, terbiyeli olduğunu dinlemekten.Yaramazlık yapmaya devam edersem,
başıma gelecekler sayılıp dökülüyordu sık sık.Felaketlere neden olabileceğime
giderek inanmaya başlamıştım.Demek tılsımlı güçlerim vardı..mesela yere tuz
dökersen kaplumbağa olacağım söylenmişti bir defasında.Evet, gizlice tuzluktan
halıya tuz serpmiştim..korkarak.Ama kaplumbağa filan olmamıştım sonuçta.Neden
yalan söylüyorlardı ? Neden hep ceza vardı ?Hep ödenecek bedeller ?Sahi sokakta
bir çingeneden mi almışlardı beni ?Yok canım..
“ Yakında bir çocuk gelecek bu eve..”
Zamanın durduğu kısacık bir an.
Ürkmüştüm. Şaşkındım. Korkuyordum. Çaresizdim.Dedim ya, fena
haldeydim.
“Yemeğini zamanında yiyen, öğlen uykusuna yatan, akıllı uslu bir
çocuk; Mehmet Ali.”
İmalı bir ses tonuyla konuşuyordu anneannem.
Kıskançlık, terk edilme korkusu yığılıvermişti omuzlarına. Güvensizlik,
içimde büyüye duran bir tümör olacaktı bundan böyle.Ve güven hissini belki de
sonsuza kadar yitirmiş olacaktım.
Demek, Mehmet Ali…
Donup kalmıştım bir zaman; eski bir fotoğrafta gibiydim.Öfke bıçak gibi
kesmişti etimi. Kanamıştım.Cılk yaraydım. Oysa gözlerimdeki acılığı gizlemem,
umursamaz davranmam gerekiyordu. Yenilişimi,korkumu,telaşımı anlamamalıydılar.
Asla..! Oyun başlamıştı.
Mehmet Ali, öyle mi?
Hatırlıyorum; Sisli, serin bir sonbahar öğleden sonrasıydı.Şan
Sineması’na gitmiştik. Fuayeye inen geniş merdivenin hizasındaki afişlere takılı
vermişti gözüm bir an. Sarı uçuşan saçlar.Bembeyaz tüller arasında, o tüm
zamanlarımı altüst eden güzellik.Nedensiz, garip bir hüzün vardı sanki
gülümseyişinde, bir kırılganlık ya da.Bir hicran gölgesi.Büyülenmiş gibiydim
adeta.Nasıl desem,sanki çok uzun yıllar öncesinden tanıdığım,hep
özlediğim biriydi..o kadar tanıdık.Anlatamayacağım,tarifi,benzeri olmayan bir
sıcaklık,yakınlık hissetmiştim o fotoğrafa karşı.
“Kim bu abla” diye sordum.
“Filiz Akın,"dedi anneannem” hem acele et, onun filmini izleyeceğiz
zaten”.
Salona geçtik. İlk gong vurdu.
Kırık beyaz bir ışık düştü perdeye.
Bir
Ülkü Erakalın filmiydi. "Günahkar Kadın".Türkan Şoray, Sadri Alışık,
Filiz Akın, Kuzey Vargın’ın başrollerini paylaştığı..
Filiz Akın düşlerden, masallardan sızıp gelmiş bir peri kızı olmalıydı.
Yoo, Rapuntzel. Benim Rapuntzel’im.
Ne
yalan söyleyeyim,o filmlerin, fotoğrafların bir parçası gibi görecektim
kendimi giderek. Küçük aklımla telaşlanıyor, günün birinde Filiz Akın, Ediz Hun
gibi olamayacağım diye uykularım kaçıyordu adeta. Sinemanın görkemli
fantazisiyle yüzleşmiştim bir kez. Kaçışım yoktu.
Mehmet Ali papucumu dama attıracaktı: Onlar Mehmet Ali’yi seçmişlerdi.
Benimse seçimim Filiz Akın’dı. Aileme karşı en büyük
misillemem…isyanım.
Aşk gibi bir duyguydu bu, yadsıyamam.Hayranlıktı. Tılsım gibi. Simya
gibi. Metafizik gibi. Hücrelerime nüfuz eden bir tutku. Üstelik altı yaşında bir
çocuğun kaldıramayacağı kadar ağır, zorlu bir yük.Belki bir
sığınış.
Kendime onun fotoğraflarıyla yeni bir hayat ısmarlamıştım.
Şizofrenik
bir yarılma yaşamamam imkansızdı
artık. Zamanla parçalanmış bir hayatın içinde buldum kendimi. İki ayrı yaşam.
(Meğer insan kendini hiç tanımadan senelerce yaşayabilir; Belki de bir ömür
boyunca kendini bir başkası sanabilirmiş.Ve Kürşat Başar'ın dediği gibi," en çok
bir hayali sevebilir"miş.)
Pencereyi açıyorum. Tüller savruluyor. Yangınlı bahçelerde ıslak sonbahar
yaprakları.Oraya buraya atılmış giysiler. Hayatta karşılığı olmayan bir hayalin
antropoloğu oluveriyorum sanki. O hayali var etmeye çalışıyorum umutsuzca.
Filiz Akın bir hayal kahramandı
hiç kuşkusuz. İnsanüstü bir kimlikti benim için. Yemeyen, içmeyen, ‘sıradan
insan özellikleri’ne sahip olduğunu düşünmediğim gerçek bir Mhyte.
Bazen annem, çoğunlukla tek arkadaşım. İlker İnanaoğlu’nu az kıskanmamıştım.Ne
yapalım, Filiz Akın’ın oğlu olmasını çekemiyordum bir türlü.
Çocukluk işte.
Ve yıllar geçti..
Filiz
Akın ile ilk kez Hilton Oteli’nde bir davette karşılaşmıştık. Tanıştırdılar.
Kalbim duracak gibiydi o an. Nefes alamıyordum. Nasıl anlatsam,
muazzam bir ışık halesi içindeydi. Güzellikten öte bir şeydi bu. O denli
heyecanlıydım ki, bacaklarım titriyor, adımlarım birbirine karışıyordu.Her şeyi
unutmuştum. Kim olduğumu, nerede olduğumu, hatta neler olduğunu. Konuşmayı
bile.Dünya farklı bir yöne doğru dönmeye başlamıştı adeta. O parlak, mavimsi
ışıkla yıkanıyordu saçları. Bir flaş patladı. 19 Nisan 1974 tarihi
düşüldü fotoğrafın arkasına.
Tanrım, ne kadar çirkin çıkmıştım. (The Beast and Beauty
durumları anlayacağınız) O dakika istediğim tek şey zamanın donması ve sonsuza
dek öylece kalabilmekti. Bir rüyanın içindeydim. Gülümsedi.Karşımdakinin bir
ilahe olduğunu alımladım. (Hayır, abartmıyorum. Yüzüne bakabilseydiniz, benim
yerimde olsaydınız şimdi aynı şeyleri yazıyor olurdunuz şimdi.) Nasıl ifade
etsem, gözlerimin önünde yaşlardan bir perde vardı, sanki buğulu bir camın
ardından bakıyor gibiydim. İnanılmaz bir şeydi bu. Tanımlanamaz bir ‘şey.’.!
Sonraları çok kez karşılaştım Filiz Akın ile. Her defasında o parlak
mavimsi ışık çakımları arasındaydı ve hep o heyecanları, şaşkınlıkları yaşadım.
Evet, kendi
başıma sürdürdüğüm, varettiğim bir hayaldi o
kuşkusuz. Bir hayal kadın.
Taner Onat bir makalesinde şöyle diyordu :
“..kiminden nefret ettik, kimini kalbimizin en derin yerlerine aldık.
Duyarlılıklarımızı öylesine beslediler ki, her yazarın kendine göre bir sinema
kahramanı bile oldu. Pınar Çekirge’nin Filiz Akın’ı, Murathan Mungan’ın Neriman
Köksal’ı, Feridun Andaç’ın Türkan Şoray’ı...”
Filiz Akın’a olan tutkum, belli bir fanatizmi de beraberinde çoğaltmıştı,
hiç kuşkusuz. Öyle ki, rakip olarak gördüğüm Hülya Koçyiğit’ten senelerce,
kelimenin tam anlamıyla nefret etmiştim.
Hülya Koçyiğit ile yıllar sonra bir söyleşi yapacaktım. Ve “Biliyor
musunuz, sizden hep nefret etmiştim,” dediğimde Hülya Hanım’ın yüzündeki
şaşkınlığı hiç unutmayacağım. Filiz Akın tutkum nedeniyle sinemadaki hemen tüm
kadın oyucuları, ama en çok Hülya Koçyiğit’i nasıl reddettiğimi, yok saydığımı
anlatmıştım kendisine. Gülümseyerek dinlemişti. Söyleşinin bitiminde,
“Bundan
sonra hayatınızda ben de varım, öyle değil mi?”
diyerek bir fotoğrafını imzalamıştı bana.
Ve
kırk yedi yıl geçti aradan.Artık ellili yaşlardayım.Sevgim,hayranlığım hiç
azalmadı.Yüzlerce fotoğraf, film afişinden oluşan bir müze ev oluşturdum
sonunda.Türk Sinaması'nda toplumbilimsel ve ikonografik bir değer olarak Filiz
Akın imajını " Başrolde Filiz Akın" ( 2007 ) adlı çalışmamda etraflıca ele
almaya çalıştım.Sahi,kimileri bu tutkuyu hiç anlayamadı,kimileri güldü
geçti.Bazısı bu hayranlığı reenkarnasyonla açıklamaya çalıştı.Bir önceki
hayattan ( ! ) aktarılan, yarım kalmış ‘bir şey’lerin
tezahürü olarak adlandırdı tutkumu. Bazılarına göre, ‘salt güzelliğe,
zarafete yönelik çok gelişmiş bencil bir estetik kaygının yansımasıydı’
dipte yatan. Oysa bu sevginin, tutkunun başlangıcında bir misilleme vardı. Hem
de çok büyük bir misilleme..!
Ve ben en çok ve sadece onu sevdim.Hiç ihanet
etmeden..gelmiş geçmiş en lekesiz, en masum sevinin öyküsüdür bu..bir tutkunun
hikayesi.Yaşanmış,yaşanan.Geçen yüzyıldan bugüne..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder