5 Eylül 2013 Perşembe

yeni bir hayat ısmarlamıştım


      

Fena haldeydim.Şımarık.Huzursuz.Sinirli.Tedirgin.Nasıl anlatsam,duygusal ezim ve santajların eğitim şekline dönüştürüldüğü,patolojik bir aile ortamında varolma savaşı veriyordum resmen.Ve sadece altı yaşındaydım. Söz dinlemeyen, kaprisli, iştahsız ( bir yanaktan diğerine inatla taşınan lokmalar),çekingen,içe kapanık bir çocuktum. Mutsuzdum,evet. Kendimi ifade edememenin sıkıntılarını yaşıyordum hiç kuşkusuz. Sokakta oynamam yasaktı. Arkadaşım hiç olmamıştı. Yaşıtlarımla ilişkim söz konusu bile değildi. (Evde yığınla oyuncağım vardı ya. Kırıp, parçaladığım pahalı oyuncaklar…boyama kitapları.Bir kez okutup anında ezberlediğim "Ayşegül"ler.Elektrikli tren,gözlerinde ışık yanıp sönen maymun..ille peluş ayım.Adı,evet adı Naciye'idi.)Bu arada hep biri ya da birileriyle kıyaslanıyordum.Nefret ediyordum filancanın oğlu ya da kızının nasıl iyi huylu, terbiyeli olduğunu dinlemekten.Yaramazlık yapmaya devam edersem, başıma gelecekler sayılıp dökülüyordu sık sık.Felaketlere neden olabileceğime giderek inanmaya başlamıştım.Demek tılsımlı güçlerim vardı..mesela yere tuz dökersen kaplumbağa olacağım söylenmişti bir defasında.Evet, gizlice tuzluktan halıya tuz serpmiştim..korkarak.Ama kaplumbağa filan olmamıştım sonuçta.Neden yalan söylüyorlardı ? Neden hep ceza vardı ?Hep ödenecek bedeller ?Sahi sokakta bir çingeneden mi almışlardı beni ?Yok canım..   

 

  “ Yakında bir çocuk gelecek bu eve..”

 

    Zamanın durduğu kısacık bir an.

 

    Ürkmüştüm. Şaşkındım. Korkuyordum. Çaresizdim.Dedim ya, fena haldeydim.

 

  “Yemeğini zamanında yiyen, öğlen uykusuna yatan, akıllı uslu bir  çocuk; Mehmet Ali.”

 

    İmalı bir ses tonuyla konuşuyordu anneannem.

 

    Kıskançlık, terk edilme korkusu yığılıvermişti omuzlarına. Güvensizlik, içimde büyüye duran bir tümör olacaktı bundan böyle.Ve güven hissini belki de sonsuza kadar yitirmiş olacaktım. 

 

   Demek, Mehmet Ali…

 

   Donup kalmıştım bir zaman; eski bir fotoğrafta gibiydim.Öfke bıçak gibi kesmişti etimi. Kanamıştım.Cılk yaraydım. Oysa gözlerimdeki acılığı gizlemem, umursamaz davranmam gerekiyordu. Yenilişimi,korkumu,telaşımı anlamamalıydılar. Asla..! Oyun başlamıştı.

 

   Mehmet Ali, öyle mi?

 

    Hatırlıyorum; Sisli, serin bir sonbahar öğleden sonrasıydı.Şan Sineması’na gitmiştik. Fuayeye inen geniş merdivenin hizasındaki afişlere takılı vermişti gözüm bir an. Sarı uçuşan saçlar.Bembeyaz tüller arasında, o tüm zamanlarımı altüst eden güzellik.Nedensiz, garip bir hüzün vardı sanki gülümseyişinde, bir kırılganlık ya da.Bir hicran gölgesi.Büyülenmiş gibiydim adeta.Nasıl desem,sanki çok uzun yıllar öncesinden tanıdığım,hep özlediğim biriydi..o kadar tanıdık.Anlatamayacağım,tarifi,benzeri olmayan bir sıcaklık,yakınlık hissetmiştim o fotoğrafa karşı. 

 

    “Kim bu abla” diye sordum.

 

    “Filiz Akın,"dedi anneannem” hem acele et, onun filmini izleyeceğiz zaten”.

 

    Salona geçtik. İlk gong vurdu.

 

    Kırık beyaz bir ışık düştü perdeye.

 

Bir Ülkü Erakalın filmiydi. "Günahkar Kadın".Türkan Şoray, Sadri Alışık, Filiz Akın, Kuzey Vargın’ın başrollerini paylaştığı..

 

    Filiz Akın düşlerden, masallardan sızıp gelmiş bir peri kızı olmalıydı. Yoo, Rapuntzel. Benim Rapuntzel’im.

 

 Ne yalan söyleyeyim,o filmlerin, fotoğrafların bir parçası gibi görecektim kendimi giderek. Küçük aklımla telaşlanıyor, günün birinde Filiz Akın, Ediz Hun gibi olamayacağım diye uykularım kaçıyordu adeta. Sinemanın görkemli fantazisiyle yüzleşmiştim bir kez. Kaçışım yoktu.

 

    Mehmet Ali papucumu dama attıracaktı: Onlar Mehmet Ali’yi seçmişlerdi. Benimse seçimim Filiz Akın’dı. Aileme karşı en büyük misillemem…isyanım.

 

    Aşk gibi bir duyguydu bu, yadsıyamam.Hayranlıktı. Tılsım gibi. Simya gibi. Metafizik gibi. Hücrelerime nüfuz eden bir tutku. Üstelik altı yaşında bir çocuğun kaldıramayacağı kadar ağır, zorlu  bir yük.Belki bir sığınış. 

 

    Kendime onun fotoğraflarıyla yeni bir hayat ısmarlamıştım. Şizofrenik bir yarılma yaşamamam imkansızdı artık. Zamanla parçalanmış bir hayatın içinde buldum kendimi. İki ayrı yaşam. (Meğer insan kendini hiç tanımadan senelerce yaşayabilir; Belki de bir ömür boyunca kendini bir başkası sanabilirmiş.Ve Kürşat Başar'ın dediği gibi," en çok bir hayali sevebilir"miş.)

 

    Pencereyi açıyorum. Tüller savruluyor. Yangınlı bahçelerde ıslak sonbahar yaprakları.Oraya buraya atılmış giysiler. Hayatta karşılığı olmayan bir hayalin antropoloğu oluveriyorum sanki. O hayali var etmeye çalışıyorum umutsuzca.

 

     Filiz Akın bir hayal kahramandı hiç kuşkusuz. İnsanüstü bir kimlikti benim için. Yemeyen, içmeyen, ‘sıradan insan özellikleri’ne sahip olduğunu düşünmediğim gerçek bir Mhyte. Bazen annem, çoğunlukla tek arkadaşım. İlker İnanaoğlu’nu az kıskanmamıştım.Ne yapalım,  Filiz Akın’ın oğlu olmasını çekemiyordum bir türlü. Çocukluk işte.

 

    Ve yıllar geçti..

 

Filiz Akın ile ilk kez Hilton Oteli’nde bir davette karşılaşmıştık. Tanıştırdılar. Kalbim duracak gibiydi o an. Nefes alamıyordum.  Nasıl anlatsam, muazzam bir ışık halesi içindeydi. Güzellikten öte bir şeydi bu. O denli heyecanlıydım ki, bacaklarım titriyor, adımlarım birbirine karışıyordu.Her şeyi unutmuştum. Kim olduğumu, nerede olduğumu, hatta neler olduğunu. Konuşmayı bile.Dünya farklı bir yöne doğru dönmeye başlamıştı adeta. O parlak, mavimsi ışıkla yıkanıyordu saçları. Bir flaş patladı. 19 Nisan 1974 tarihi düşüldü  fotoğrafın arkasına.

 

    Tanrım, ne kadar çirkin çıkmıştım. (The Beast and Beauty durumları anlayacağınız) O dakika istediğim tek şey zamanın donması ve sonsuza dek öylece kalabilmekti. Bir rüyanın içindeydim. Gülümsedi.Karşımdakinin bir ilahe olduğunu alımladım. (Hayır, abartmıyorum. Yüzüne bakabilseydiniz, benim yerimde olsaydınız şimdi aynı şeyleri yazıyor olurdunuz şimdi.) Nasıl ifade etsem, gözlerimin önünde yaşlardan bir perde vardı, sanki buğulu bir camın ardından bakıyor gibiydim. İnanılmaz bir şeydi bu. Tanımlanamaz bir ‘şey.’.!

 

    Sonraları çok kez karşılaştım Filiz Akın ile. Her defasında o parlak mavimsi ışık çakımları arasındaydı ve hep o heyecanları, şaşkınlıkları yaşadım. Evet, kendi başıma sürdürdüğüm, varettiğim bir hayaldi o kuşkusuz. Bir hayal kadın.

 

    Taner Onat bir makalesinde şöyle diyordu :

 

    “..kiminden nefret ettik, kimini kalbimizin en derin yerlerine aldık. Duyarlılıklarımızı öylesine beslediler ki, her yazarın kendine göre bir sinema kahramanı bile oldu. Pınar Çekirge’nin Filiz Akın’ı, Murathan Mungan’ın Neriman Köksal’ı, Feridun Andaç’ın Türkan Şoray’ı...”

 

    Filiz Akın’a olan tutkum, belli bir fanatizmi de beraberinde çoğaltmıştı, hiç kuşkusuz. Öyle ki, rakip olarak gördüğüm Hülya Koçyiğit’ten senelerce, kelimenin tam anlamıyla nefret etmiştim.

 

   Hülya Koçyiğit ile yıllar sonra bir söyleşi yapacaktım. Ve “Biliyor musunuz, sizden hep nefret etmiştim,” dediğimde Hülya Hanım’ın yüzündeki şaşkınlığı hiç unutmayacağım. Filiz Akın tutkum nedeniyle sinemadaki hemen tüm kadın oyucuları, ama en çok Hülya Koçyiğit’i nasıl reddettiğimi, yok saydığımı anlatmıştım kendisine. Gülümseyerek dinlemişti. Söyleşinin bitiminde, “Bundan sonra hayatınızda ben de varım, öyle değil mi?” diyerek bir fotoğrafını imzalamıştı bana.

 

Ve kırk yedi yıl geçti aradan.Artık ellili yaşlardayım.Sevgim,hayranlığım hiç azalmadı.Yüzlerce fotoğraf, film afişinden oluşan bir müze ev oluşturdum sonunda.Türk Sinaması'nda toplumbilimsel ve ikonografik bir değer olarak Filiz Akın imajını " Başrolde Filiz Akın" ( 2007 ) adlı çalışmamda etraflıca ele almaya çalıştım.Sahi,kimileri bu tutkuyu hiç anlayamadı,kimileri güldü geçti.Bazısı bu hayranlığı reenkarnasyonla açıklamaya çalıştı.Bir önceki hayattan ( ! ) aktarılan, yarım kalmış ‘bir şey’lerin tezahürü olarak adlandırdı tutkumu. Bazılarına göre, ‘salt güzelliğe, zarafete yönelik çok gelişmiş bencil bir estetik kaygının yansımasıydı’ dipte yatan. Oysa bu sevginin, tutkunun başlangıcında bir misilleme vardı. Hem de çok büyük bir misilleme..!

 

Ve ben en çok ve sadece onu sevdim.Hiç ihanet etmeden..gelmiş geçmiş en lekesiz, en masum sevinin öyküsüdür bu..bir tutkunun hikayesi.Yaşanmış,yaşanan.Geçen yüzyıldan bugüne..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder